Görüşler

Ali Bayramoğlu yazdı: Yeni demokrasi koşusu ne zaman başlayacak?

Ali Bayramoğlu yazdı: Yeni demokrasi koşusu ne zaman başlayacak?

Türkiye’de siyasi hayatı yönlendiren toplumsal faktörlere dikkat çeken gazeteci Ali Bayramoğlu, yaşanan problemlerin konjonktürel şartlardan değil bizim bunlarla baş etme yöntemimizden kaynaklandığını ileri sürüyor.

Çağdaş demokrasilerin asgari koşullarından en önemlisi belki de ayrışma fikridir. “Ayrışma”, akla kuvvetler ayrılığını getirir, ancak ondan daha öte, sosyal, kültürel alana uzanır. İktidarın, hukukun, düşüncenin, kültürün, toplumsal olanın kendi iç işleyişlerinde ve birbirlerine karşı özerk olabildiği bir duruma işaret eder.

Toplumsal ve siyasal hayatın unsurları arasında doğal ilişkiler kadar bir mesafenin de bulunması, etik kuralların bu mesafeden beslenmesi çoğulculuğun olmazsa olmazıdır. Özgürlük ve eşitlik gibi temel demokratik erdemleri derinleştiren, sağlamalarını yapan bu mesafe ya da ayrışmadır.

Düşünce siyaset karşısında özerk olamıyorsa, sosyal, kültürel, dinsel sahalar siyasi iktidar ve siyaset karşısında özerkliğini, kendiliğinden işleyişini ve çok sesliğini koruyamıyorsa, özgürlük, eşitlik gibi erdemler araçsallaşır ve anlam kaybeder.

Ayrışma modelleri, neşet ettikleri yerden, tarihsel deneyimden ve zamandan bağımsız bir şekilde tüm insanlığın ortak bir kazanımıdır. Açık düzene işaret ederler. Bu düzen ne denli evrenselse, onun karşı kutbu da o kadar evrenseldir. Özerklik yerini bağımlılığa, özgürlük yerine itaate, eşitlik hiyerarşiye bırakınca, bu, hangi coğrafyada, hangi gerekçelerle, hangi politik dil ve yapıda gerçekleşirse gerçekleşsin, kapalı düzenin tarifidir.

17-11/29/screenshot_2.png

Batı Doğu fay hattının tam ortasında bulunan, bu fay hattında, değer sistemlerinin birbirine sürtünmeleriyle sarsılan, bununla baş etmeye çalışan Türkiye, yıllar yıllı bu iki model arasında salınıp durdu. 1950’den itibaren çeşitli denemeler yaşadı, geçişler, sentezler peşinde koştu. Bunları yaparken demokratik erdemler ve çoğulculuğun gerekleri istikametinde epey yol da aldı. Ancak bu yol, büyük resme oranla görece ve sınırlı kaldı.

Nitekim 2003’de başlayan son büyük deneme de hüsranla sonuçlandı. Bu deneme Türkiye’nin siyasal ve toplumsal tarihi bakımından önemliydi. 90’ların ortalarından itibaren kabarmaya başlayan toplumsal-siyasal bir dalga, yeni bir denemenin, çabanın safhanın işaretlerini taşıyordu. Ülkenin derin tarihsel yarığı harekete geçmiş, ülkenin iki yakası, Batılı seküler yaka ile yerel muhafazakar dindar yaka arasındaki ekonomik, sosyal, kurumsal denge ve temaslar biçim değiştirmenin arifesine gelmişti.

Bu safha bir yandan bir umudu barındırıyordu. FP-AK Parti çizgisi yerel ve evrensel değerleri bir araya getirme iddiasıyla İslami hareket içinde görece ama anlamlı bir kopuşun taşıyıcısı olmuştu. Bugün kim ne derse desin, bu bir ilkti. Türkiye, AK Parti’nin iktidar olmasıyla birlikte yeni bir denemeye girişti. Bu deneme ülkenin kurucu toplumsal kimliklerinin, laik ve seküler kesimlerin kendi içlerinde bir değişim yaşayıp yaşamayacaklarını, bu mümkün olursa birlikte bir sentez üretip üretemeyecekleri iddiasını, velhasıl yeni bir demokrasi imasını içeriyordu. Ufukta ayrışma modeli ışığı vardı.

Öte yanda açılan sayfa, muhafazakar kesime ilişkin bir siyasi zıplamayı, iktidar mekanizmalarında ve mevcut siyasi dengelerde bir yer değiştirmeyi, kültürel nitelikli, sınıfsal içerikli sert bir iktidar mücadelesini, kimlikçi siyasetlerin ve tutumların derinleşmesi ihtimalini de barındırıyordu. Bu, yeni ve derin bir iniş anlamına gelecekti.

Sonuç olarak umutlar karşılıksız kaldı.

Bugün yeni bir iniş dönemi yaşıyor, dar alanlarda hareket ediyoruz. Düşüncenin siyasete bağımlılığı zirve yapmış durumda. Siyasetteki güç yoğunlaşması, olağanüstü koşulların varlığı, milli irade-çoğunlukçuluk ilişkisi ve kendine haslık iddialarıyla doğrulanıyor. Kültürden üniversitelere, basından sivil yapılara, yargıdan ekonomi yönetimine değin toplum ve devletin temel parçaları, özerk işleyişlerinin sınırlanmasına tanıklık ediyorlar.

“Neden” sorusunun konjonktürel gelişmeler içinden çekip çıkarılacak pek çok yanıtı var. Devletin omurgasının kırılması, Gülen meselesi, Ortadoğu dengeleri, Kürt meselesi, kültür savaşları, kimlikçi meydan okumalar bunların başlıcaları...

Bugün yaşadığımız iniş ilk kez olmuyor, muhtemelen son kez de olmayacak.

Nitekim konjoktürel hadiseler yaşananları tek başına açıklamak için yeterli olmuyorlar.  Siyasi hayatı yönlendiren faktörler, kendi başlarına ve sadece bu hadiselerden oluşmuyor. Bu hadiseler karşısındaki siyasi tercihler ve refleksler, daha belirleyici bir rol oynarlar.

Böyle olunca ilk akla gelen, iktidardaki siyasi parti ve kişilerin siyasi sorumluluğu olacaktır. Ancak uzak açıyla bakıldığı zaman, sorun bir siyasi partiye, bir siyasiye indirgenemeyecek kadar derindir.

Zira siyasi hayatımızdaki temel meselelerden birisi, “siyaset yapma tarzı”nın bir zamandan bir diğerine, bir ideolojiden bir başkasına uzanan ortak özellikleri ve sürekliliğidir. Bu süreklilik çerçevesinde hakim siyaset yöntemimiz, kayıp endişesine dayalı “zor siyaseti”, “sadakat arayışı”, “alan genişletme ve alan koruma hamleleri” ile “içe kapanma eğilimi”nden oluşur. O zaman görmek gerekir ki, bu ülkede temel kronik sıkıntı, konjonktürel sorunlardan, yeni durumlardan çok, bizim bunlarla baş etme yöntemimizden ileri gelir. Bu yöntem, sağdan sola, İslami kesimden seküler gruplara, askerden sivile herkeste ortaktır.

Yöntem, bir yönüyle zihniyet meselesine de gönderme yapar. Bu yön, çok parçalı bir toplumda, her kesimde karşımıza çıkan, yüksek “öteki” endişesidir. Kimliklerin birbirlerine bakarak ürettikleri, birbirlerine yönelttikleri, birbirine benzeyen endişeler, güvensizlik üzerine kurulu siyaseti beslerler.

Kabul etmek gerekir ki, bu zihniyet çekirdeğiyle, “cemaatler toplumu”ndan “kamusal alan toplumu”na, hiyerarşi, merkeziyetçilik ve itaatin egemen olduğu bir düzenden, özerklik, özgürlük ve eşitliğin düzenine geçiş  kolay değildir.

Bu geçiş, Türkiye’nin sosyolojik ve tarihsel malzemesi bakımından da engellerle doludur. Bu sayfada bir kaç ay önce yayınlanan, “Bu topraklarda demokrasi bir hayal mi?” makalede şunları yazmıştım:

Bu topraklarda her biri ayrı bir toplumu andıran kültürel, yerel, etnik farklı topluluklar yan yana yaşar. Bu topluluklar içinde iki büyük kesim, “dindar-muhafazakâr” ve “seküler-laik” cemaatler (...) birbirlerini yaşam biçimlerine tehdit olarak görür, uzlaşmaz iki değer sistemini temsil ettiklerini düşünürler. Kendi alanlarını ötekinin aleyhine, keyfi biçimde genişletmeye çalışırlar. Bu iki farklı tasavvur bu yolla ve birlikte, siyasi ruhumuza yıllar yılı cemaatçi bir siyasi kültür zerk etmişlerdir. Kimlikçi algılar, keskin doğrular, bu nedenle biraz da kader gibi, siyaset anlayışımızın temelini oluşturur…

Bu iki büyük kütlenin varlığı, çatışması, çatışmanın tarihsel, sosyolojik boyutları bir bütün ele alındığında karşımızda belirleyici, aşılamaz ya da aşılması çok zor bir yapı çıktığı aşikardır.

Bu yapıyı ters yüz etmeye soyunan her girişim de determinizme karşı büyük bir meydan okumadır. Bunun zor ama gerekli bir meydan okuma olduğuna şüphe yok. Bu meydan okumalar tarihi determinizm karşısında yenilgiye uğrayabilirler, hatta bugün olduğu gibi bu yapıyı besler ve yeniden üretir duruma gelebilirler.

Ancak hiç bir meydan okuma tarihin çöplüğüne gitmez. Toplamda, siyasette, zihniyet dünyasında küçük ama anlamlı birikintiler oluşturur. Sorular, sorgular ortaya çıkarır. Dalgalar da böyle oluşur. Demokrasi mücadelesi, ayrışma modeli hedefi, değişim kavgası bunun için süreklidir ve sürekli olmalıdır.

2018’e girmeye bir ay kaldı. Yeni yılın siyasi hareketlilik ve siyasi kampanyalar yılı olacağına hiç şüphe yok. 2019, demokrasi mücadelesi ve imkanları için Türkiye için yeni bir başlangıç olabilir.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir