Görüşler

Mustafa Çolak: Ecevit’in Gülen ile çıkar ilişkisi vardı

Mustafa Çolak: Ecevit’in Gülen ile çıkar ilişkisi vardı

Geçen ay İletişim yayınlarından çıkan “Bülent Ecevit” kitabının yazarı Gaziosmanpaşa Üniversitesi’nden Mustafa Çolak ile 10. ölüm yıldönümünde Ecevit’i konuştuk. Çolak "Ecevit'in Gülen'le çıkar ilişkisi vardı" diyor.

Ecevit’in siyasi yaşamında 1958’deki Araştırma Bürosu’nun önemi neydi? 

Araştırma Bürosu, CHP’de 1950 sonrası ortaya çıkan arayışın bir ürünüydü. 1950 seçimlerine girerken başta İnönü olmak üzere CHP’liler, DP’nin etkinlik gösteremeyeceğinden ve CHP’nin tekrar galip geleceğinden emindiler. Ancak 1950 ve sonrasındaki seçimlerin DP’nin ezici zaferleriyle sonuçlanması, CHP’de şok etkisi yarattı. Bu ortamda Hürriyet Partisi’nin CHP’ye katılımı önemli bir gelişmeydi. Çünkü böyle bir büro kurma fikri çoğu DP kökenli olan Hürriyet Partililerden gelmişti ve burada Ecevit ‘in de katılımıyla Turan Feyzioğlu, Turan Güneş ile Doğan Avcıoğlu gibi etkili siyaset, fikir ve bilim insanları görev yapıyordu. Hepsinin ortak kaygısı “CHP nasıl iktidar olur?” sorusuydu. Büronun iki temel amacı vardı. Birincisi, toplumsal sorunlar üzerinde araştırmalar yaparak partinin ideolojik ve söylemsel değişimine rehberlik etmek, ikincisi ise iktidara gelindiğinde hükümet politikalarını büronun hazırladığı raporlar çerçevesinde belirlemekti. Bu yüzden işçiler, köylüler, memurlar ve küçük esnaf gibi alt grupların sosyal ve ekonomik durumlarıyla ilgili araştırmalar yapılıp projeler geliştiriliyordu. Ecevit’in burada edindiği formasyon, onun ilgisini rejim meselelerinden reel toplumsal sorunlara yönlendirmişti. Bu yönelim ilerleyen yıllarda somutlaşarak daha ideolojik ve toplumcu bir çizgiye evrilmiştir. Kısaca Ecevit’i liderliğe götüren sürecin ve öncülüğünü üstlendiği demokratik solun temelleri CHP Araştırma Bürosu’nda atılmıştır.

ÖZEL KONUK OLARAK AĞIRLANDI

Ecevit’in Orta Doğu algısı nasıldı?

Orta Doğu’ya dair ilk görüşleri oryantalist bir bakışa sahipti. Ulus’taki yazılarında geri kalmış İslam ülkelerinin Kemalizm benzeri bir çağdaşlaşma süreci yaşamaları gerektiğini ileri sürüyordu. Filistin meselesinde Arapları suçluyor ve İsrail’in tek suçunun geri kalmış bir coğrafyada ileri bir medeniyet kurmak olduğunu belirtiyordu. Ancak sonraki yıllarda sola açılmanın etkisiyle birlikte Orta Doğu’ya bakışı bir miktar değişmişti. Müslümanları kusurlu ve eksik gören bakış açısı, yerini yavaş yavaş üçüncü dünyacı dayanışmacı bir yaklaşıma bırakmıştı. 90’lı yılların başındaki I. Körfez Savaşı’na karşı çıkan ve ABD’yi sert biçimde eleştiren liderlerden biriydi. Saddam Hüseyin ile kökleri eskiye dayanan dostluğu vardı ve Körfez krizi esnasında gazeteci kimliğiyle Irak’ı ziyaret ederek Saddam Hüseyin’in sarayında özel konuk statüsünde günlerce ağırlanmıştı. 

EZEN VE EZİLEN SÖYLEMİ

Ecevit’in Kemalizm’in soyut ideallerini aşıp farklı bir tezatlık yaratmaya çalıştığını söylüyorsunuz. Biraz açar mısınız?

Bu sınıfsal bir karşıtlıktı. Ezen-ezilen söylemiyle dile getirilen dost/düşman ayrımı Ecevit’in 1970’lerdeki politik serüveninin belirleyici unsuruydu. Din, gelenek ve benzeri konular değil sınıfsal çıkarlar siyasal hasım olarak görülüyordu. Bir başka ifadeyle sosyo-ekonomik yapıdan kaynaklı sorunlardan muzdarip olanların şikâyetleri ve talepleri dikkate alınıyordu. Devletin, seçkinlerin ve zenginlerin değil sokaktaki insanın sözcülüğü yapılmaya çalışılıyordu. Halkın sıkıntıları Ecevit’in ifadesiyle “bozuk düzen”den kaynaklanıyordu. Bozuk düzen halkın değil egemen güçlerin çıkarına hizmet ediyordu. Bunun yerine ekonomik projelerle desteklenen daha adil ve müreffeh bir düzene giden yolda yeni hasım din, gelenek, saltanat ve benzeri kurumlar değil adaletsiz bir sistemin devamından yana olan zenginler, toprak ağaları ve politikacılardı. Ecevit halk kesimlerini arkasına, ayrıcalıklı grupları da karşısına alarak sol görünümlü popülist bir hareket başlatmıştı.

Bu kodlama, AK Parti’nin çıkışındaki kodlamaya benziyor mu sizce?

Evet. Bu durumu merkez-çevre ayrımıyla daha kolay açıklayabiliriz. Ezen/sömüren hegemonik güçleri merkez olarak tanımlarsak bunun dışında kalan geniş halk kesimlerini de çevre diye nitelendirebiliriz. Ecevit’in 1970’lerdeki başarısı, Türkiye’nin belirli bir dönemindeki toplumsal sorunları teşhis ederek buna uygun çözüm önerileri sunması ve halka umut aşılayabilmesiydi. CHP’yi devletin partisinden halkın partisine dönüştürebilmekti. Ortaya çıktığı konjonktüre ve dayandığı toplumsal kesimlere bakarsak AK Parti’nin çevreden güç alan ve yine çevrenin temsilciliğini yapan bir parti olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. AK Parti’nin köklerini 90’lı yılların koşullarında aramak gerek. Toplumun hızlı bir dönüşüm içine girdiği bu dönemde ekonomik ve politik kurumlar aynı dönüşümü tam yakalayamamıştı. Askeri vesayetin siyaset üzerindeki belirleyiciliği, zayıf hükümetler, etkisiz yönetimler ve kırılgan bir ekonomi yeni bir arayışa yol açmıştı. AK Parti kurucuları bu süreci iyi okuyarak sahici bir programla, daha fazla özgürlük, daha fazla zenginlik ve daha parlak gelecek vaat eden bir vizyon ortaya koyabilmiştir.

DİNDAR-MUHAFAZAKAR SEÇMEN

Ecevit’in mütedeyyin kitlelerle sağ siyaset arasındaki bağı kırma politikası bugün için mümkün mü?

Ecevit’in solu dindarlarla buluşturma projesi yaklaşık 20 yıllık bir sürecin ürünüydü. Bugün dindar-muhafazakar kesimler AK Parti’de konsolide olmuş durumda ve bu kesimlerin politik tercihlerini yakın vadede değiştirebilecek bir etken gözükmüyor. Bu tarz değişimler çalkantılı bir dönemi takip eden ideolojik ve yapısal dönüşümlerin ortaya çıkardığı bir sonuçtur. Dindar-muhafazakar seçmen çoğunluğunun, bir başka deyişle memleket ortalamasının sağ bir partiden sola yönelmesi, ancak makro değişimlerin eşlik ettiği bir jenerasyon değişikliği ile mümkün olur. Partinin başına yeni bir lider getirerek bu değişim gerçekleştirilemez, değişim yeni bir lider ortaya çıkarır.

“Ecevit’in kariyerinin sonunda devletçileşmesi ve milliyetçileşmesi, başarısızlığın getirdiği bir savrulma” derken neyi kastediyorsunuz?

Bu başarısızlığın hem iç politikaya hem de dış politikaya bakan nedenleri var. Küreselleşme ve ardından sosyalist bloğun çöküşü sol ideolojinin dünya çapında itibar kaybetmesine yol açmıştı. Ecevit de 1990’lardan itibaren sosyal demokrasinin Avrupa’da bile gerilemeye başladığını ve artık Türkiye’de geleceğinin olmadığını söylüyordu. Bir başka neden 90’lı yılların çalkantılı ve gergin atmosferiydi. PKK ile mücadelede çatışmanın yoğunlaşması ciddi bir milliyetçi dalga meydana getirmişti. Bir yandan da 28 Şubat sürecinin oluşturduğu laik hassasiyet “rejim tehlikesi”ni yeniden hatırlatmıştı. İç politikaya büyük oranda yön veren iki faktör hemen hemen bütün partilerin milliyetçi ve laik söyleme sarılmasına yol açtı. Ecevit, ekonomik anlamda olmasa bile siyasal anlamda her zaman devletçiliğe yatkın bir politikacıydı ve devleti kurtarma misyonunun doğal sahibi olarak görüyordu kendini. Kendi ifadesiyle “milli davalarda ödünsüzdü”. Bu gibi kriz anlarında Ecevit, demokratik solu kökleştirme ya da solu dindarlarla buluşturma gibi projeleri bırakarak devletin çıkarını ve bekasını önceleyen, statükocu bir pozisyona geçiyordu. Kitapta da belirttiğim gibi demokratik sol Türk sağının, Kemalizm’in ve sosyal demokrasinin belirli unsurlarını barındıran karma bir ideolojiydi. 1980’den önce demokratik solun demokrasisini ve adaletini ön plana çıkaran Ecevit, 2000’li yıllara doğru Refah Partisi’ne ve Kürt sorununa karşı Atatürkçülük ve milliyetçilikle savunmaya geçmişti. Demokratik sol kültür ve inançlara saygılı laiklik söylemiyle, etnik ve dini talepleri uzlaştırarak sistem içine alacağını ve zararsız hale getireceğini hesaplıyordu. Ancak RP’nin güçlenmesi ve milliyetçi hassasiyetin artışı bu planın tutmadığını gösteriyordu.

28 ŞUBAT’I DESTEKLEDİ

Merve Kavakçı krizi nasıl okunmalı?

Merve Kavakçı olayı da yukarıda açıkladığım durumun bir diğer uzantısıydı. Başörtüsüyle uğraşmayı “gardırop Atatürkçülüğü” olarak gören Ecevit, başörtüsüne karşı en sert tepki verenlerden biri haline geldi. Seviyeli üslubu ve saygılı tutumuyla da tanınan bir siyasetçiydi, ancak Merve Kavakçı karşısındaki duruşunda bu tutumundan eser yoktu. Bu tepki Ecevit’in rejim savunuculuğunu içselleştirdiğinin bir diğer kanıtıydı.

Ecevit’in darbelerle mücadelesi nasıldı?

Burada yekpare bir mücadele biçiminden söz etmek mümkün değil. Ecevit’in darbelerle mücadele ve ordu ile ilişki noktasında en dikkate değer vasfı CHP ile ordu arasına belirli bir mesafe koymayı başarabilmesiydi. Ecevit, ilk başta 27 Mayıs’ı desteklemiş, fakat daha sonra desteğini çekmişti. 12 Mart 1971’de ve 12 Eylül 1980’de darbeye sert biçimde karşı çıkmış, hatta 12 Mart muhtırasının kendisine karşı verildiğini söylemişti. Genel sekreterlikten istifa etmesinin ve İnönü’ye bayrak açmasının nedeni de 1971 muhtırasıydı. Sadece halka dayanarak iktidara gelmek istiyordu. 1970’lerin sonuna doğru rakibi Süleyman Demirel ve parti içi muhalifler Ecevit’e karşı askerlerle gizliden gizliye işbirliğine girmişlerdi.
Bazen sessiz kalsa da diğer liderlerin aksine 12 Eylül darbesini ve rejimi hiçbir zaman kabullenmemiş, komutanlarla uzlaşıyor görüntüsü vermemişti. Önce basın-yayın yoluyla darbe karşıtı bir kamuoyu oluşturmaya çalışmış, daha sonra politik mücadeleye girişmişti. DSP ile siyasete döndüğünde öncelikli amacının partilerle rekabet etmek ya da iktidara gelmek değil, askeri rejime karşı mücadele vermek olduğunu açıklamıştı. Ecevit’in 12 Eylül darbesi karşısındaki ilkeli duruşu gerçekten takdire şayandır. Ancak Ecevit 28 Şubat’ı hem desteklemiş hem de bunun bir darbe olmadığını, ordunun anayasal sorumluluğunu yerine getirdiğini söylemişti. Sonrasında kurulan hükümetlerde yer alarak 28 Şubat kararlarını hayata geçirmeye çalışmıştı.

SOL POLİTİKACI DESTEĞİ

15 Temmuz sonrasında Ecevit ile Fetullah Gülen ilişkisi gündeme geldi. Bu ilişkinin mahiyeti neydi?

Aslında bu bir çıkar ilişkisiydi. Tabi buradaki çıkar maddi bir unsur değil politik bir çıkardı. Ecevit açısından Gülen, Erbakan’a alternatif olabilecek bir lider görünümündeydi. 28 Şubat sürecinde sadece Ecevit değil, bütün siyasi partiler Refah’a karşı Gülen’i tutuyordu. Gülen, o yıllarda Refah Partisi’ni suçlayarak devlet yanlısı bir görüntü vermeye çalışıyordu. Hoşgörü ve benzeri söylemleri siyasetçiler tarafından irtica tehlikesine karşı bir panzehir olarak görüldü. Gülen de kendisini bu tehlike üzerinden tanımlayarak pazarladı. Ecevit gibi sol bir politikacının desteği Gülen için bulunmaz bir nimetti.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir