Görüşler

Ekoloji dindarların meselesi değil mi

Ekoloji dindarların  meselesi değil mi

Gelenekselci Ekol’ün temsilcilerinden yaptığı tercümelerle tanınan tasavvuf kültürü araştırmacısı, çevirmen, neyzen ve fotoğraf sanatçısı Ömer Saruhanlıoğlu dindar zihnin ‘çevre emanetiyle’ imtihanını sorguluyor.

Yaklaşık on beş yıl önce bir mesai arkadaşımla uzun bir yolculuk yapmıştım. Arkadaşım zeki, iyi eğitim almış bir mühendis olmasının yanı sıra dini bütün bir mümindi. Bu niteliklerine, ama nedense en çok “dindar” olmasına güvenerek kapitalizm, teknoloji, tüketim, israf, iktisat, mühendislik ve kaçınılmaz olarak çevreyle ilgili insanlığı bekleyen felaket hakkında coşkuyla ve uzun uzun konuştum. Bir süre sonra sıkıldı, zekasını şu cevabı vererek kullandı ve beni susturdu: “Buzulların erimesine daha çok vakit çok var. Sen bunları bırak da kendi işini iyi yap.”

Bu cevapla hem bana bir ahlak dersi veriyor hem de anlattıklarımın hayatının hiç bir döneminde meselesi olmadığını, bunların tok karına yapılan entel gevezelikten, dış güçlerin manipülasyonlarından ibaret önemsiz şeyler olduğunu söylemiş oluyordu. Eğer bir gün gelip de buzullar eriyecek olsa nerdeyse Allah’a iman ettiği kadar teknolojinin insanlığı kurtaracağına da iman etmiş gibiydi. O sohbetimiz soyut İslami kavramlarla sınırlı kalsaydı ve bunların insanın günlük hayatında bir şeylere tekabül etmesi gerektiğini ima etmeseydim sıkılıp konuyu kapatmak bir yana beni destekleyebilirdi. Kaldı ki gün konuştuklarım ozon tabakasının delinmesinin yüz yıl sonraki muhtemel sonuçları gibi bugün artık son derece sıradan hale gelmiş şeylerdi.

Doğrusu o yıllarda “buzulların erimesine daha çok vakit var” sözü bana da inandırıcı geliyordu ve bu meseleyi yaşadığım sürede karşılaşacağım hayati bir tehdit olarak değil, daha ziyade vicdani bir sorumluluk olarak görüyordum.

Gel gelelim işler hiç düşündüğüm(üz) gibi olmadı. Her şey inanılmaz derecede hızlı bir biçimde gelişti.

Şimdi artık Anadolu yolları bir zamanlar “altlarından ırmaklar akan” ama o ırmaklar şimdi kuruduğu için hiçbir anlamı kalmamış köprülerle dolu ve üstelik bunlar binlerce yıldır yerlerinde durup duran fakat son yüz yıl içinde eriyip yok oldukları ürkütücü fotoğraflarla belgelenen kutuplardaki devasa buzullar gibi bizden çok uzaklarda değil, hemen yanı başımızda.

Ekoloji meselesi 1971 yılında Alaska’daki nükleer denemeleri protesto etmek için Amerikan donanmasına karşı Greenpeace adlı eski bir balıkçı teknesiyle eylem yapan bir avuç Kanadalı aktivistin hareketiyle gelişmiş ülkelerin gündemine geldi. Sanayileşmiş ülkeleri ilgilendiren bir konu olarak ortaya çıkan sorun gün geçtikçe küresel bir mahiyet kazandı, bugün artık insanlığın ortak sorunu.

On yıllar boyunca bu konu bizi hiç ilgilendirmedi. Popüler ahlak düzeyinde konuyu “Azgınlığın sonu budur, insanoğlu haddini aşmamalı” diyerek hallettik. Teolojik düzeyde “kendi elleriyle yaptıkları yüzünden karada ve denizde fesat çıkarttılar” ayetini hatırlatarak iman tazeledik. Tarihsel düzeyde ise “son iki yüzyılda Bileşik Devletler sulak arazilerinin %50’si, kuzey-batıdaki yaşlı ormanlarının %90’ı yok edildi” diyerek istatistiklere başvurduk. Daha ayrıntılı tarih bilgisine sahip olanlarımız ise 1952 kışında Londra’da hava kirliliğinden dolayı binlerce kişinin öldüğü “Ölümcül Sis” gibi yerel felaketlerden bahsetti.

Bütün bu tespitler doğru ve ürkütücüydü. Fakat sorun tamamen “onların” sorunuydu ve bizi ancak topraklarımızdaki kaynaklara göz dikmeleri bakımından endişelendiriyordu. Günün birinde bizim de bu meseleyle karşı karşıya kalacağımızı ve o gün geldiğinde ne yapmamız gerektiğini hiç düşünmedik. O sıralar bütün gücümüzü köylü toplumu olmaktan kurtulmaya, yerellikten evrenselliğe ulaşmaya teksif etmiştik. Uzun çabalar sonucu nihayet bunu başardık ama bir sorun vardı. Köylü toplumu olmaktan sadece kentsel nüfusun kırsal nüfusu geçmesi bakımından kurtulmuştuk sonuçta mega köyler yarattık.

Bu bizim için her şeyi daha kötüleştirdi. Bu kimliksiz ve kaotik mekanlarda yaşayanlar olarak iç âlemlerimizin ekolojisi bu yazının sınırlarını aşan muazzam bir mesele olarak duruyor. Maddi çevre bakımından ise diğer “sanayileşmekte olan ülkeler”le birlikte bugün artık bu küresel ekolojik felakete en çok katkıda bulunan toplumlar arasına girmeye adayız.

Krizin ilk ve doğrudan müsebbibi olan Batılılar toplanıyorlar, sorunu ortaya koyuyorlar, tartışıyorlar, analiz ediyorlar, istatistikler çıkartıyorlar, öngörülerde bulunuyorlar ve fakat inanılmaz bir basiretsizlik ve riyakarlıkla hiçbir zaman uymadıkları planlar yapıyorlar.

“Gelişmekte olan ülkeler” olarak bu suçta bizim payımız var mı? Bu soru önemli, çünkü hiçbir payımızın olmadığını iddia etmek, ki meseleye karşı takındığımız tutum bunu gösteriyor, sorumluluğu paylaşma, dolayısıyla sorunu çözme ihtimalini daha baştan ortadan kaldırıyor.

Batılı ve sanayileşmiş ülkelerin bu riyakarlığını neye bağlayabiliriz? Bu soruya karşı uzun bir zamandır elimizde tuttuğumuz hazır ve kullanışlı bir cevap var: Batı sistemi bütün çabasını bu dünyada rahat etmeye teksif eden ve bu amaçla karşısına çıkan her şeyi acımazsızca sömüren bir ideolojidir. Son iki yüz yıl boyunca kutsallıktan mutlak anlamda kopmuş seküler, dünyevi bir surete bürünmüş, böyle olunca dünya hayatını maksimum hazla yaşamayı yegane amaç olarak tanımlamış ve bunun sonucu olarak karşısına çıkan her şeyi “öteki” kabul edip ele geçirmeyi, aksi taktirde düşmanı olarak imha etmeyi meşru kabul eden yok edici bir uygarlıktır. Böyle bir sistemin hiçbir sınır tanımadan kendisinin dışındaki bütün canlılarla birlikte yeryüzünün üstünü de altını da mahvetmesinde şaşılacak bir şey yoktur.

Fazlasıyla kolaya kaçan, indirgemeci bir yaklaşım olsa ve işler tam olarak böyle yürümese de bu kavramsallaştırma sonuçları itibarıyla doğru görünüyor. Ancak sorun şu ki bu tarif yanıltıcı ve en az diğeri kadar “ötekileştirici” bir tarif.

Bu “Batı medeniyeti” tarifi aşikar bir biçimde şu inanç üzerine yükseliyor: Kutsalı hayattan çıkartan bir medeniyet hiçbir sınır tanımaz. Oysa vahiyle aydınlananlalar eşyayı yerine koyarlar.

Bu teorik iddianın pratik hayattaki karşılığı nedir? Müslümanlar bakımından Allah yerdeki ve gökteki her şeyi insanın emrine amade kılmış, diğer taraftan da bütün bunları insana emanet etmiştir. Bu haber Müslümanların çevreyle ekoloji bağlamında kurması gereken ilişkiye yeteri kadar parlak bir ışık tutuyor. Fakat şu örnekler bizim için ne anlama geliyor?

Milyonlarca canlı türünden sadece birisi olan insanoğlunun şu anda gezegenin net verimliliğinin %40’ını kendisi için kullanıyor.

Bir hesaba göre yılda 50.000, günde 137 ve saatte 6 canlı türü yok oluyor. (1)

Bunlar yeryüzündeki her bir canlının Allah’ın bir ayeti olduğunu, dolayısıyla insanoğlunun eliyle yok edilen her bir canlının Allah’ın ayetlerine karşı savaş açmak olduğunu düşündürerek bizi Allah’ın dinine savaş açanlara karşı duyduğumuz dehşeti ve karşı çıkışı bu durum karşısında da sergilemeye sevk ediyor mu?

Ekolojik kriz karşısında takındığımız ilgisiz ve “soğukkanlı” tavır bunun böyle olmadığını gösteriyor. Yukarıdaki örneklerden genel olarak insanoğlunun, özel olarak Müslümanların kendilerine yüklenen emanete ihanet ettikleri sonucu kolaylıkla çıkartılabilir. Bizler de bize emanet edilen yeryüzünü (onlardan hiç farklı olmayan bir biçimde ve “onlara benzeyerek”) hoyratça kullanıyoruz ve üstelik bu konuda ilahî kattan gelen bir ruhsata sahip olduğumuzu düşünerek rahatız. Muhtemel ki bilinç altımızda Cennet’i sahiplendiğimiz gibi yeryüzünü de sahiplenmiş durumdayız.

Belki emrimize amade kılınan ve bize emanet edilen yeryüzünü birbirinden ayırdık belki de tarih boyunca bu ikisini hiçbir zaman tevhid etme ihtiyacı duymadık, fakat sonuçta bizler de tıpkı diğerleri gibi yeryüzünü hiçbir sorumluluk duygusu hissetmeden ve sınır tanımadan istediğimiz gibi kullanıyoruz. Müslümanlar için bu iki mefhumun birleştirilmesi bugün artık her türlü anakronizm ve “eski günler” güzellemelerinin ötesinde şimdi ve burada gerçekleştirilmesi gereken bir ölüm-kalım ve hatta belki de bir itikat meselesi olarak duruyor.

Dağarcığımızda böyle bir birleşmeyi ve yeni bir hayat tarzını mümkün kılacak mebzul miktarda referans var ve yeniden yorumlanmayı bekliyor. Ancak böyle bir iradenin ortaya koyup koyulamayacağını zaman gösterecek. Buradaki belirleyici olduğu kadar paradoksal ve trajik olan husus “gelişmiş ülkelerle baş edebilmek için daha kat edecek çok mesafemiz olduğu için” şimdilik ilerleme yolunda herhangi sınırda durmayı aklımıza bile getirmememiz. İşte bu noktada iktisat devreye giriyor.

(1) Kaynak: Sacred Balance, David Suziki, 2007. Rakamlar iki binli yılların başına ait rakamlar ve bugün itibarıyla artmış oldukları kesin.

YORUMLAR (20)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
20 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir