Görüşler

Fuat Keyman yazdı: Stratejik tercih ne olmalı? Türkiye ABD, AB, Batı ilişkileri

Fuat Keyman yazdı: Stratejik tercih ne olmalı? Türkiye ABD, AB, Batı ilişkileri

Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi ve İstanbul Politikalar Merkezi Direktörü Prof. Dr. E. Fuat Keyman, Türkiye ve Batı ilişkilerinde stratejik tercihin ne olması gerektiğini değerlendiriyor.

Erdoğan’ın Hungtington’a yanıtını nasıl düşünmeliyiz? Devlet güvenliği, siyasal düzen ve istikrarın öncül olmasına, Batı ittifakına alternatifleri ciddi olarak düşünebilirim derken, Erdoğan tam neyi kastediyor? Ben, aşağıdaki yorumumun doğru yorum olmasını tercih ederim.    

Galip Dalay’ın, Karar’da Türkiye Dış Politikası üzerine yazdığı ufuk açıcı yazılarında sürekli vurguladığı gibi, Türkiye-Amerika ilişkilerinde yeni bir “çerçeveye” ihtiyacımız var. Soğuk Savaş döneminde, eşitsiz, güç olarak asimetrik, ve bir tarafın diğer tarafa bağımlılığını varsayan; bu bağımlılığı “güçlü ittifak”, “stratejik ortaklık”, “model ortaklık”, vb. kavramlar yoluyla şekillendiren çerçeve,  Türkiye-Amerika ilişkilerinin bugününü ve yarınını ne anlama da ne de yönetme de geçerli değil artık.

Aslında, 1990’dan itibaren, Soğuk savaş sonrası dönemde, Türkiye-Amerika ilişkilerinde yeni “çerçeve” gereksinimi ortaya çıkmıştı; 11 Eylül 2001 sonrası dönemde giderek daha da gerekli hale gelmişti; Suriye ve Irak krizleri ve 15 Eylül darbe girişimiyle, yeni çerçeve gereksinimi artık kaçınılmaz oldu.

Ne Amerika eski Amerika, ne Türkiye Soğuk savaş sonrası Türkiye... Türkiye ve Amerika arasında, en genelde küreselleşen dünyaya, daha somutta başta Suriye, Irak, İran olmak üzere bölgesel sorunlara ve gelişmelere bakışta, “stratejik”, “taktiksel” ve “kapasite” temelinde bir birleşme, benzeşme yok; aksine, ayrışma ve farklılaşma, birleşme ve benzeşmenin yerini almış durumda.

Türkiye, Amerika ile ilişkilerinde, tek taraflı bağımlılık, eşitsizlik, asimetrik bir ilişki tarzı istemiyor; çıkar ve bakış uyuşmazlığı olduğu zaman, kendisinin dinlenmesini istiyor. Eşitler arası, karşılıklı diyaloğa dayanan bir ilişkiyi tercih ediyor. Amerika’ysa, stratejik ortaklık, güçlü ittifak ilişkisi gibi kavramlar yoluyla, Türkiye’yi kendi yanında, kendi çıkarlarına hizmet veren bir aktör olarak görmek istiyor. Bu tür bir ilişki ne artık mümkün, ne de faydalı

Türkiye ve Amerika arasında, hem ülkelerin kapasiteleri (dış politika etki gücü), hem stratejik vizyonları, hem de stratejilerini uygulamaya sokmadaki taktikleri temelinde, eşitler arası ve karşılıklı diyaloğa dayalı yeni bir “çerçeve” çizmeliyiz, bu artık kaçınılmaz bir gereklilik;

İkincisi, bu kaçınılmaz gerekliliğin nedeni, sadece Trump’ın başa gelmesi, Brunson krizi, Zarraf krizi, 15 Temmuz darbe girişimi, Irak ve Suriye meselelerinde ortaya çıkan Kürt sorunu ve Türkiye’nin bu meselelere bakarken sahip olduğu “beka sorunu” algısı değil. Tüm bu meseleler, neden değil sonuçlar. Türkiye-Amerika ilişkilerinin bugün içinde bulunduğu, “çevre”, yani küresel ve tarihsel ortam, Soğuk Savaş döneminden o kadar farklı ki, eski kavramlar ile yeni oluşanı ne anlayabiliyoruz ne de yönetebiliyoruz

Bu bağlamda, benim için çok önemli bir ipucunu, dış politika duayeni Henry Kissinger son kitabı “Dünya Düzeni” ve özellikle de, Foreign Affairs’de geçen ay yayımlanan mülakatında veriyor. Kissinger, Trump’ı nasıl değerlendirdiği sorusuna şu yanıtı veriyor: “Trump, aldığı kararlar ve yaptıklarıyla, kendi başına çok önemli olmayabilir; onun önemi, bilerek ya da bilmiyerek, yaptıklarıyla ‘bir dönemin’ bittiğini bize işaret etmesinde yatıyor”. 

Kissinger, çok önemli bir noktanın altını çiziyor: Trump, özellikle ekonomi alnında uygulamaya çalıştığı korumacı ve gümrükleri arttırıcı, diğer ülke ekonomilerine ve dünya ekonomisine zarar veren ekonomik milliyetçi ve korumacı politikalarıyla, II. Dünya Savaşı dönemin ve düzenin artık bitme sürecine girdiğini simgeliyor. Güvenlik, demokrasiden kopuş, anti-göçmen, denge ve denetleme kurumlarını sevmeyen Trump söylemini de unutmayalım. 

Peki, biten, ya da ortaya çıkan nedir? Başlıklarla sıralayalım:

Bir, ekonomi alanında, liberal pazar ekonomisi ve çok taraflı ilişkilere dayalı dünya ekonomik düzeninden ekonomik milliyetçi ve korumacı bir yapıya geçiş;

İki, liberal ekonomi ve çok taraflılığa dayalı, Birleşmiş Milletlerden Dünya Ticaret Örgütü’ne kadar geniş bir yelpazede uluslararası kurumların işlevini yitirdiği söyleminin güçlenmesi;

Üç, demokrasi ve denge ve denetleme mekanizmalarından uzaklaşan; güvenlik, ekonomi, ve kültürel kimlik alanlarında içine kapalı ve homojen bir milli kimlik anlayışını benimseyen; kendi ulus devletini, diğer ulus devletlere, ekonomilere, kimliklere zarar vererek güçlendirmeyi amaçlayan “yeni popülist-korumacıbir siyasi yönetim anlayışının küresel ölçekte giderek yaygınlaşması.  Örneğin, Trump bağlamında, “Amerika’yı tekrardan güçlü yapmak” retoriği;

Peki, Trump’ın bu anlayışı, aynı zamanda hangi varsayımları içeriyor;

Dört, küresel düzeyde, güç ve iktidarın hem Batı’dan Doğu’ya, özellikle Çin ve Asya’ya kayışı hem de çok boyutlu, çok aktörlü olarak, Türkiye’de dahil yeni aktörlere doğru el değiştirmesi. Diğer bir deyişle, Amerikan hegemonyasının güç kaybetmesi, Batı’nın Batı dışına karşı zayıflaması;

Beş, II. Dünya Savaşı sonrası, “Amerika ve Avrupa/AB arsında kurulan transatlantik ittifakın zayıflaması”, Trump’ın, Çin’e karşı olduğu kadar,  anti-AB bir tavır ve söylem içinde de olması;

Altı, küreselleşmenin, mülteci sorunundan iklim değişikliğine, yoksulluk ve işsizlikten, kimlikten doğal kaynaklara, en genelinde de liderlik ve dünya yönetimi temelinde, “çok boyutlu bir kriz”in içine girmesi; küreselleşmenin güvenlik, ekonomi, ve kimlik alanında yarattığı risklerinin potansiyellerden çok daha fazla ve tehlikeli olduğu bir dönemi yaşamaya başlamamız;

Yedi, Batı’da, anti-mülteci, anti-yabancı, İslam-korkusu, vb. söylem, retorik, ve politikalarla birlikte Batı modernitesi ve çok kültürlülük söyleminin giderek derinleşen krizi ile Batı ülkelerinde etkisi ve popülerliği artan kültürel ırkçı, tekçi, ötekileştirici siyasi ve kültürel eğilimlerin birleşmesi.

Kissinger haklı: Trump, söylemi ve uygulamalarıyla, tüm bu yedi, belki daha da fazla gelişmeyi-sorunu simgeleyerek bir dönemin bitme sürecine girdiğini bize işaret ediyor. Galip Dalay’ın, Türkiye-Amerika ilişkilerde yeni bir “çerçeve” gerekliliği saptamasını, Kissinger’ın bir dönem bitiyor ikazı temelinde de düşünmeliyiz.

Eskinin bittiği, yeninin doğamadığı bu dönemde, Türkiye-Amerika ilişkilerinde, daha da genelinde, Türkiye-Batı ilişkilerinde yaşanan krizi çözmek için, yeni çerçevenin, karşılıklı diyaloğa dayalı, eşitler arası bir ilişki ve karşılıklı yarar temelinde kurulmasını önermiştim.

Bu öneriyi açımlarken şu noktaların altını çizmek isterim:

Bir, Washington’da bazı çevrelerin pompaladığı, Steven Cook ve Richard Haas’ta en yalın ifadesini bulan, “Amerika-Türkiye müttefikliği bitmiştir, Türkiye önemini ve değerini kaybetmiştir, Amerika, bölgesel politikalarında Türkiye dışı alternatifler aramalıdır” söylemine itibar etmemeliyiz. Türkiye, bölgesinde, hala kilit ve önemli bir aktördür,  Türkiye-Amerika ilişkilerinin doğru ve gerçekçi bir çerçeveye oturtulması, hem bu ülkeler, hem de bölgesel-küresel istikrar için önemlidir;

Doğru, Türkiye-Amerika arasında “stratejik ortaklık” söylemini bırakmalıyız ama bu, Türkiye karşıtı bir söyleme de evet demek anlamına gelmemeli. 

İki, Türkiye, Amerika ile krizinde dik durmalıdır, direnmelidir, ama bunu yaparken, Batı ile, özellikle Avrupa ve AB ile ilişkilerini yeniden canlandırmalı, Türkiye-AB ilişkilerine yeniden ciddi olarak odaklanmalıdır.  Almanya, Fransa, İngiltere başta olmak üzere kilit Avrupa ülkeleriyle “stratejik ortaklık”, AB ile “tam üyelik müzakerelerinin” yeniden canlandırılması için ciddi bir çalışma sürecine girmek çok önemlidir.

Bu noktada, şu önemli saptamayı altını çizerek yapalım: stratejik ortaklık ülkeler arası yapılır, Türkiye-AB ilişkisi, stratejik ortaklık değil, tam üyelik ilişkisidir. Türkiye, Avrupa kilit ülkeleriyle stratejik ortaklık ilişkisi geliştirirken, AB ile tam üyelik ilişkisini de canlandırma girişiminde olmalıdır;

Üç, Türkiye-Rusya/Çin/ İran ve diğer ülkelerle iyi ve stratejik ilişkiler, Türkiye-AB ilişkisine alternatif düşünülmemelidir. Türkiye, Batı ile Batı-dışı dünya arasında köprü olmayı sürdürebilir, sürdürmelidir de;

Dört, dışarıyla içerisinin, dış politika ile iç politikanın iç içe geçtiği bir dönemde, gerek Türkiye-AB ilişkilerinde yeni çerçeve gerekse genelde de Türkiye dış politikası, ülke içinde ekonomi, demokrasi, birlikte yaşama alanlarında reform süreciyle güçlendirildiği ölçü de başarılı olur.

Bu nokta da, ilk yazının ana sorusuna dönebiliriz: Erdoğan’ın Huntigton’a yanıtı. Erdoğan, Huntigton ikilemini şu cümleyle çözebilir: Türkiye, Batı’ya alternatif aramada ciddi ama esas yapılması gereken, Türkiye-Batı ilişkilerini yeni bir çerçeveye oturtmak...

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir