Görüşler

Berdal Aral yazdı: Suriye’deki yıkım ve küresel sistemin Ortadoğu’daki iflası

Berdal Aral yazdı: Suriye’deki yıkım ve küresel sistemin Ortadoğu’daki iflası

İstanbul Medeniyet Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Prof. Dr. Berdal Aral, Suriye’de süren yıkımın aynı zamanda küresel sistemin iflasını temsil ettiğini yazıyor.

2011’den bu yana yıkım ve ölüm ülkesi haline getirilmiş bulunan Suriye’de yaşanmakta olan iç savaş, aslında bölgesel olarak Orta Doğu’nun küresel sistemle olan sorunlu ilişkisinin adeta bir mikro modeli gibidir. Gerçekten de Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı sonrasında bölgeyi terk etmesi sonrasında Suriye’nin Fransız manda rejimi altında dar bir coğrafyaya hapsedilmesi ve bunun 1919’da kurulan Milletler Cemiyeti eliyle “yasallık” kazanması, bu topraklara ve halklara yönelik ihanetler silsilesinin ilk adımını oluşturmaktadır. Suriye’ye benzer şekilde sömürgeci güçlerce yapay olarak oluşturulan ve İngiliz manda yönetimi altına konan Irak, Filistin ve Ürdün (Mavera-i Ürdün Emirliği) gibi topraklar da Arap Orta Doğusu’nun bütünlüğünün yapay sınırlar yoluyla parçalanmışlığının işaret taşları olmuştur.

Suriye’nin Golan bölgesi 1967 yılında “silahlı işgal” yoluyla saldırgan İsrail devleti tarafından ele geçirildiği halde, devletlerin egemenliği ve toprak bütünlüğü ilkesinin uluslararası hukukun en temel yapı taşı olduğunu inkâr edercesine, başta Birleşmiş Milletler (BM) olmak üzere, bu devlet uluslararası sistem tarafından yalnız bırakılmıştır. Suriye halkının önceliklerini ve beklentilerini yok sayan bu tutum, Soğuk Savaş sonrasında, 2000’li yıllarda İsrail’in Suriye topraklarında zaman zaman gerçekleştirdiği hava operasyonları karşısında BM Güvenlik Konseyi’nin sus pus olmasında da gözlenmiştir. Bugün ise, bu korkunç iç savaş karşısında aynı organın ölümcül kayıtsızlığına şahitlik ediyoruz. Nitekim kendi halkını Baasçı tek parti düzeninde yaşamaya mahkûm etmiş olan ve beş yıldır yüzbinlerce masum insanın katline, işkenceye uğratılmasına ve kimyasal silah kullanımı dâhil olmak üzere bu rejime karşı çıkan halka akla gelebilecek her türden şiddet uygulamış, savaş ve insanlık suçları işlemiş olan Esed rejiminin küresel güçlerce açıkça kollandığına şahitlik ediyoruz. Oysa bu kriz karşısında hem ahlaki ve ilkesel olarak, hem de uluslararası hukuk açısından, küresel aktörlerin krizi bertaraf etmek için Güvenlik Konseyi eliyle şu türden tedbirler almaları gerekmekteydi: Birincisi, Koruma Sorumluluğu İlkesi çerçevesinde kendi halkını katleden bu cani rejime karşı BM Güvenlik Konseyi’nin “insanî müdahale hakkı” ekseninde askerî müdahale kararı vermesi; ikincisi, aynen 2011’deki Libya krizinde olduğu üzere, Esed rejiminin önde gelen sivil ve askerî “karar verici”lerinin, Güvenlik Konseyince, işledikleri “uluslararası suçlar”ın hesabını vermek üzere Lahey’deki Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne sevk edilmesi;  son olarak, Suriye rejimini hedef alan geniş kapsamlı “akıllı” yaptırım kararı alınması Ne ki BM sistemi bu yöntemlerin hiçbirisine itibar etmedi; o nedenle biz, bugün hâlâ bu korkunç iç savaşa şahitlik etmeye devam ediyoruz.

Sorunların kaynağı

Orta Doğu coğrafyasındaki en temel sorunların birçoğunun kaynağı sömürgecilik ve emperyalist müdahalelerdir. Bu bölgeyi âdeta kangren olmuş pek çok sorunun merkezi haline getiren başlıca gerginlik alanları şunlardır: Uluslararası hegemonik güçlerin koruması ve kollaması altında, hiçbir mâkûl gerekçe olmaksızın, yani yapay olarak, bölgenin tam kalbine İsrail’in bir devlet olarak âdeta bir hançer gibi saplanması; aynı İsrail’in hem Filistin halkına karşı, hem de komşu Arap ülkelerine karşı gerçekleştirdiği silahlı saldırılar, saldırganlıklar, toprak ilhakları ve örtük askerî operasyonlar; Irak, Lübnan ve Ürdün gibi devletlerin gerçekçi bir sosyolojiye yaslanılmaksızın birer devlet olarak ihdas edilmesi; Irak’ın denize çıkışını engellemek maksadıyla İngilizler eliyle yapay bir mini-devlet olarak Kuveyt’in “icadı” ve bunun yol açtığı Irak-Kuveyt sınır uyuşmazlığı. Nitekim bu coğrafyadaki ülke sınırlarının kahir ekseriyeti 1916 tarihli Sykes-Picot gizli anlaşması sonrasında, zaman içinde bazı kısmî değişikliklerle birlikte, hususiyetle İngiliz ve Fransız sömürgeci güçler tarafından çizilmiştir.

Soğuk Savaş boyunca kendi adı bile İngiliz sömürge siyasetinin bir uydurması olan “Orta Doğu” coğrafyası, her türlü (uluslararası) hukuksuzluğun kol gezdiği bir “no-go-area” haline getirilmiştir. Bu dönemde, bu bölgedeki kimi ülkeleri hedef alan özellikle Amerikan ve İngiliz patentli askerî müdahaleler ile İsrail’in Filistin halkını ve Arap dünyasını hedef alan saldırgan savaşları ve toprak işgalleri karşısında, hem genel olarak önde gelen (genelde Batılı) uluslararası güçler, hem de Birleşmiş Milletler örgütü (hususiyetle Güvenlik Konseyi) sessiz kalmıştır.

Soğuk savaş sonrası düzen

1990’ların başlarında, yani Soğuk Savaş’tan hemen sonra, küresel hegemonlar, bundan böyle dünyada barış, adalet ve uluslararası hukukun hâkim olacağını ileri sürdüler. Bu ifade, zımnen, Soğuk Savaş döneminde büyük ölçüde kendilerinin vaz’ettiği uluslararası hukuka ve BM normlarına en başta kendilerinin uymadığını ihsas etmekteydi. Soğuk Savaş sonrasında, Güvenlik Konseyi’ndeki önceki çift kutupluluktan kaynaklanan karar tıkanıklığının aşılması ve böylece bu organın etki ve gücünün artması, ne yazık ki Orta Doğu coğrafyasına barış ve huzur getirmekten ziyade daha fazla kaos, kargaşa ve kan getirdi. Sınırlı sayıda örnek olaya odaklanmak bile, herhalde meramımızı anlatmaya yetecektir.

Birincisi, ABD’nin öncülüğünde Güvenlik Konseyi, Irak’ın 1990 Ağustos’unda Kuveyt’i işgali sonrasında BM Güvenlik Konseyi’nin 1945 tarihli BM Kurucu Antlaşması’nda öngörülen geniş kapsamlı yetkilerini, Irak’ı acımasızca cezalandırmak amacıyla, tarihinde ilk defa bu denli kapsamlı olarak büyük bir iştihayla birer birer kullanmıştır. Neticede ABD liderliğindeki Koalisyon Güçleri, savaş hukuku kurallarına aykırı olarak, sadece Kuveyt’te konuşlanmış olan Irak güçlerini değil, Irak coğrafyasını da hedef tahtasına koyan bir savaş stratejisi izlemiş, tarihin gördüğü en büyük ordulardan birisinin acımasız saldırıları sonucunda binlerce masum Iraklı katledilmiştir ve Irak büyük bir yıkıma uğratılmıştır. ABD, bununla da yetinmeyerek, hiçbir hukukî gerekçe olmaksızın ve hatta Güvenlik Konseyi’nden yetki almadan, başta İngiltere olmak üzere kendisi ile işbirliği yapan bir grup ülke ile birlikte Irak’ı Mart 2003’te işgal etmiştir. Uluslararası hukuku âdeta çöpe atan bu işgalden birkaç ay sonr, Güvenlik Konseyi tam bir yüzsüzlük örneği sergileyerek uluslararası toplumun, Irak’ı işgal etmiş bulunan “Otorite” ile işbirliği yapmasını talep eden bir kararı kabul etmiştir. 

İkincisi, BM Güvenlik Konseyi bu dönemd, elindeki “yaptırım” silahını bu denli kapsamlı olarak ilk kez Kuveyt’i 1990’daki işgali sonrasında Irak’a karşı kullanmıştır. 2003 yılında bu ülkenin ABD liderliğindeki uluslararası güçlerin işgaline dek (aslında işgalden sonra da iki ay kadar uygulanmıştır) devam eden iktisadî, malî, ticarî ve askerî nitelikli bu “ölümcül” yaptırımlar, pek çok durumda en hayatî ilaçların, tıbbî araç gerecin ve hatta kimi zaman temel gıda maddelerinin ihtiyaç sahiplerine ulaştırılamaması nedeniyle yaklaşık bir milyon Iraklının ölümüne yol açmıştır.

Üçüncüsü, nükleer silah sahibi olmadığı halde sırf elindeki “sivil” amaçlı nükleer programı zaman içinde nükleer silah üretimine dönüştürmek isteyebileceği varsayımı altında, BM Güvenlik Konseyi 2006-2016 arasında İran’a karşı oldukça kapsamlı bir ambargo uygulamıştır. Buna karşılık İsrail’in elinde mevcut olan yüzlerce nükleer silah, Güvenlik Konseyi’nin hiçbir zaman ilgi alanına girmemiştir.

Beş yıldır yüzbinlerce masum insanın katline, işkenceye uğratılmasına halka akla gelebilecek her türden şiddet uygulamış olan Esed rejiminin küresel güçlerce açıkça kollandığına şahitlik ediyoruz.

Dördüncüsü, aynı İsrail, Soğuk Savaş sonrasında Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te Filistin halkına yönelik toprak işgallerini ve devlet terörünü daha büyük bir şiddetle uyguladığı halde, sadece bazı istisnaî durumlarda, bu politikaları nedeniyle Güvenlik Konseyince çok yumuşak bir şekilde “kınanmıştır”. Aynı İsrail, son on yılda en az üç kez Gazze’ye yönelik geniş kapsamlı saldırılar düzenlemiş, bunların ikisinde binden fazla insanı katletmiş, binlercesini yaralamış, ayrıca yasak silahlar kullanmıştır. BM Güvenlik Konseyi’nin bütün bunlara tepkisi, ya İsrail “işini bitirdikten sonra” ateşkes çağrısı yapmak ya da krizi sessizce izlemek olmuştur. Yine İsrail, 2006 yılında Lübnan’a karşı geniş kapsamlı bir silahlı saldırı düzenlemiş, 1200’den fazla insanı katletmiş, binlercesini yaralamış, her türden savaş ve insanlık suçu işlemiştir; bu ülkenin alt yapısını ise büyük bir yıkıma uğratmıştır. Güvenlik Konseyi bu süreçte İsrail saldırganlığı “sessiz ve sitemsizce” izlemiş, saldırıdan bir ay kadar sonra ise taraflara “ateşkes” çağrısı yapmıştır. 

Son olarak, Mısır’da Arap Baharı sürecinde bu ülke tarihinde ilk kez serbest seçimlerle Cumhurbaşkanlığı makamına gelmiş olan Muhammed Mursi’nin 2013’te askerî darbe ile alaşağı edilmesi ve akabinde sivil halkı hedef alan katliamlar ve çok vahim düzeydeki insan hakları ihlâlleri ve insanlık suçları sonrasında Güvenlik Konseyi, kendisinin 1990’larda geliştirmiş olduğu ve bu tür darbeleri ve rejimlerin kendi halklarına karşı işlemesi olası insanlık suçlarını hedef tahtasına koyan “insanî müdahale doktrini”ni (Haiti ve Sierra Leone’de olduğu üzere) hayata geçirmeyi aklının ucundan bile geçirmedi. Daha da ötesi, kendilerini insan hakları ve demokrasi şampiyonları olarak gören ABD ve Avrupa ülkeleri, darbenin başı olan Abdülfettah El-Sisi’yi destekleyici bir tutum içine girdiler.

BM güvenlik sisteminin çöküşü

Hâsılı, önümüzdeki resim, görmek isteyenler için gün gibi açık: Mevcut küresel sistem ve bu sistemin en temel dayanaklarından birisi olan BM güvenlik sistemi, Orta Doğu coğrafyasında kelimenin tam anlamıyla “iflas etmiş” bulunmaktadır. Durum artık katlanılmaz bir noktaya gelmiştir. Orta Doğu halkları için bu mağduriyet silsilesini ve dışlanmışlığı aşmanın en etkili yolu, Suriye ve Mezopotamya havzasındaki tüm Arap-çoğunluklu ülkelerin, uluslararası hukuktaki self-determinasyon hakkı temelinde, bu coğrafyada yaşayan azınlıkların da kolektif kimliklerini, kültürel ve eğitimsel haklarını ve eşitlik temelinde siyasî katılımlarını güvence altına alan federatif bir yapı içinde birleşmesi ve bütünleşmesidir. Daha geniş bir zeminde ise Orta Doğu coğrafyasındaki tüm Müslüman-çoğunluklu ülkelerinin, Avrupa Birliği örneğinde olduğu gibi, bütüncül bir entegrasyon sürecine girmeleri artık bir zorunluluk hâline gelmiştir. Harekete geçmek yerine sudan bahanelerle atıl kalmak ise yaşadığımız bu coğrafyadaki bölünmüşlüğe, ulus-devletçi reflekslerden kaynaklanan yapay husumetlere ve zillete ilânihaye razı ve mahkûm olmaktan başka bir anlama gelmez.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir