Görüşler

Mehmet Ali Verçin yazdı: Türkiye ekonomisinin değişen paradigması

Mehmet Ali Verçin yazdı: Türkiye ekonomisinin değişen paradigması

Albaraka Türk eski Genel Müdür Yardımcısı Mehmet Ali Verçin, ekonomideki gelişmeler üzerinden değerlendirmede bulunuyor.

ARAR gazetesinde yazdığım son yazı aşağıdaki iki paragrafla son buluyordu. Bu yazı bir nevi o yazının bir devamı...

“Açıkçası AK Parti son 15 yılda, başına gelen bütün musibetlere rağmen, teorik olarak elde edilebilecek başarıların çoğuna ulaşmıştır. Bu kumaştan, dikilebilecek en iyi elbiselerden birini dikmiştir. Ancak, seçimi ister AK Parti tekrar kazansın isterse de başkası, mevcut sistem sürdürülebilir değil. Beş yıl sonra borcumuzun ikiye katlandığı ve her yıl 100 milyar dolar cari açık veren bir ülke durumuna, istesek de, gelemeyeceğiz. Ekonominin doğası gereği, zamanı gelince düzeltmeler yaşanacaktır. Gerçek ve mutlak en büyük sorun ‘dış ticaret açığıdır’ ve çözümü, adanmış yönetimlerle bile, en az on yıl sürebilir. Bu olgu, ortak bir toplumsal kabule dönüşürse çözüm biraz daha kısa sürebilir.”

SEÇİMDEN SONRA YAPILANLAR

Seçimin kazanılmasının ardından bu sürdürülemez sistematiğin değişmesi gerekiyordu. Ben dâhil pek çok kişi, yeni bir ekonomi sistematiği oluşuncaya kadar; piyasalar nezdinde itibarlı bir şahsiyetin ekonomiyi yönetmesini ve TCMB’nin daha özerk çalışması gerektiğini vurguladık. Böylece, zaman kazanılmış olacak ve “yumuşak iniş” gerçekleşmiş olacaktı. Bu kazanılan zaman sürecinde de yeni devlet paradigmasına paralel yeni bir ekonomi sistematiği oluşturulacaktı. Bu yeni sistematiğin omurgasını oluşturan olgu da “dış ticaret açığını düşürerek cari açığı sorun olmaktan çıkarmak” olacaktı.

18-09/15/screenshot_5-1536959548.jpg

Bu mümkün olabilseydi, ki olmadı, döviz kurundaki volatilite (belirsizlik hali) de önlenmiş olacaktı. Ekonomimizde, yükselen döviz kurları maliyet enflasyonunu tetiklediği için, kurları kontrol etmek maliyet enflasyonunu da kontrol altına almak anlamına gelecekti.  

Yani,  işten anlayanlar,  2003-2018 döneminde, ne yapıldıysa, aynı şeyin, aynı kişiler tarafından, aynı şekilde yapılması reçetesi yazıyordu.

Üsteki TCMB beklenti anketi sonuçları tablolarına baktığımızda, Mart ayında, ankete katılan başlıca piyasa aktörü veya ekonomistinin, yılsonu ve bir yıl sonra oluşacak döviz kuru ve enflasyon hakkındaki tahmininin, bugünle kıyaslarsak, süt liman olduğu görülüyor. Nisandaki gelişmeler bile bu algıyı pek bozmamışa benziyor. Neredeyse herkes, bu algı bozulmasının; Saygıdeğer Cumhurbaşkanımızın mayıs ayındaki Londra konuşmasına, ekonomiden sorumlu bakan olarak Sayın Berat Albayrak’ın atanmasına, TCMB’nin beklenen hamleleri zamanında ve yeterli miktarda yapmamasına ve Trump’ın twitlerine yoruyor. İlk bakışta çok doğru gibi gözüken bu argümanların temelde gereksiz mazeret niteliğinde olduğuna inandığımdan; katiyen, bu iddiaların çağrıştırdıklarıyla, aynı fikirde değilim.

Olsa olsa, bu gelişmeler, devenin sırtını kıran son tüy işlevini görmüş olabilir. Ya da, daha Türkçe olarak, bardağı taşıran son damla. Çünkü, Türkiye çoktandır “finans dünyasının kanaryası” durumundaydı ve kanaryanın bu kadar uzun yaşaması, aslında, AK Parti’nin bir başarısıydı. Tim Lee adında bir danışman, The Newyork Times’da 2011 yılında Türkiye’nin niçin ‘kanarya’ olduğuna dair bir makale yazmış. Lee, özetle ve mealen şunu söylemiş: Türkiye, kömür madenindeki kanaryadır. Eskiden, ne kadar eski bilmiyorum, kömür madeninde çalışanlar metan gazı ölçümü yapacak alet ve donanıma sahip olmadıkları zamanlarda, yanlarında kafese konmuş kanaryalar götürürlermiş. Kanaryaya bir şey olursa birbirlerini uyarır ve hızla kömür madeninden dışarı çıkarlarmış. Yani kanaryanın bayılması veya ölmesi zehirli gazların artması anlamına geleceğinden bir nevi alarm vazifesi görürmüş. Tim Lee, uluslararası finans çevrelerinin Türkiye’yi borca boğup, O’nu kanarya gibi kullandığını söylemiş, yıl 2011. Tim Lee’nin amacı Türkiye’yi savunmak değil. Adam şunu söylüyor, mealen, siz Türkiye’ye ve Türkiye’ye benzeyen gelişen ülkelere milyarlarca ve toplamda  beş-on  trilyon dolar borç vermişsiniz. Açgözlülüğünüz size, çok büyük yanlış yaptırmış. Bu yanlışınız, 2008 yılında yaşanan dünya finansal krizinden daha ağır bir krize sebebiyet verecektir. Danışanlarına, müşterilerine şu tavsiyede bulunuyor; Türkiye’ye bir şey olursa şimdiye kadar görmediğimiz şiddette dünya çapında bir finansal kriz oluşacak ve bu finansal kriz ne finansal kurumlara acıyacak ne de Amerika’ya. Türkiye’ye bir şey olunca alabileceğiniz her tedbiri maliyetine bakmaksızın alınız. Yani kanaryaya bir şey olursa ayakta kalmak için her şeyi yapın.

Tabi Tim Lee, Türkiye’nin artık, daha karmaşık ve katmanlı niteliklere ve sorun çözme yeteneği bakımından da deneyimlere ve bazı avantajlara sahip olduğunu bilmiyor olabilir. Buna rağmen, her yıl 50 milyar dolar cari açık veren, Türkiye büyüklüğünki bir ülke bu durumu sonsuza kadar sürdüremez.

YENİ PARADİGMA

Buraya kadar anlattığım her şey bir dönemin, bir paradigmanın sona erişini anlatmak içindi. Türkiye, kendisine biçilen rolü, artık, terk etmek istiyor, çünkü terk etmek zorunda. Zaten bu yazının asıl amacı, Türkiye ekonomisinin geride kalan paradigmasının zayıf taraflarını değil, varsa ve olabilecekse yeni paradigmasının temellerini ve olabilirliğini incelemektir. Net bir şekilde soralım, eski paradigmadan vazgeçildiğini ve yeni bir paradigma ihtiyacının kendini dayattığını nasıl anlayabiliriz? Yetkililer ve onların çevresindeki, ekonomist, yönetici ve gazetecilerin mesaj ve yazılarından böyle bir çıkarım yapabiliyor muyuz? Açıkça söylemek gerekirse, hükümet hiç istemese bile, Türk ve dünya ekonomisinde oluşan dinamikler, yeni bir paradigmayı, yeni bir yapılanmayı zorunlu kılıyor.

Başkan ve hükümet bu soruya evet cevabı veriyor. Demek ki, yeni paradigma bu temel argüman üzerine inşa edilecektir. Önümüzdeki dönemde en belirgin politika arayış ve oluşturuş parametresi faizleri düşürerek büyümek olacaktır, diyebiliriz. Sevdiğim bir anlatım tarzı olarak soru- cevapla devam ediyorum:

Türkiye’de faizler, benzerlerine oranla, niçin, çok daha yüksektir?

Çünkü Türkiye’de enflasyon benzerlerine nazaran daha yüksektir.

Peki, enflasyon, benzerlerine oranla, Türkiye’de niçin, daha yüksektir?

Çünkü Türkiye, neredeyse her yıl, cari açık verdiği için, kur artışından kaynaklanan, engellenemez bir maliyet enflasyonu oluşmaktadır.

Cari açık vermezsek kur artışlarını kontrol edip, enflasyonu diğer ülkeler gibi kontrol edebilir miyiz?

Evet.

Süreç ve çevrim nasıl işliyor?

Cari açık, son tahlilde, dış ekonomik ilişkiler sonucunda oluşan farktır, açıktır ve ülke kurumları, yurt dışından borç alarak bu açığı kapatırlar. Bu borç her yıl alınınca, yani borç stoku her yıl biraz daha artınca, bu artıştan endişe eden borç vericiler, alacaklarını tahsil etme korkusu yaşarlar. “Bu borç geri ödenemez” ihtimali, algısı oluştuğunda, borç verenlerin bir kısmı, zaman zaman, alacaklarını tahsil etme korkusu yaşarken; yeni ihtiyaçlar için de, yeni borç vericiler geri çekilirler. Bir süreliğine döviz kıtlığı yaşanır ve bu da döviz kurlarını artırır. Artan döviz kurları da maliyetleri artıracağı için ardışık etkileşimlerle enflasyon artar.

Türkiye’de cari açığın sebebi nedir?

Cari açığın sebebinin özünde, dış ticarette, neredeyse, yıllık GSYH’nin yüzde 10’u civarında oluşan dış ticaret açığıdır. Türkiye yaptığı ithalat kadar, ihracat yapamıyor. “Finanse edilebildiği sürece cari açık sorun değil” yaklaşımının da bizi tembelliğe ittiğini söyleyebiliriz.

18-09/15/screenshot_3.jpg

Yüksek ithalatımızın en temel bir diğer sebebi de, vazgeçilemez ve ertelenemez enerji ithalatımızdır. Mesela bu tutar bu yıl 50 milyar dolara yaklaşabilir.

Yani, dış ticaret açığımız olmazsa ya da ciddi biçimde azalırsa, enflasyon düşer ve buna bağlı olarak da faizler düşer, öyle mi?

Evet, dış ticaret açığımız olmazsa önce kurlar düşer, ardından enflasyon ve en sonunda da faizler düşer. Zaman zaman oluşabilecek talep enflasyonunu kontrol etmek, tabir caizse, TCMB için çocuk oyuncağıdır. Yeter ki maliyet enflasyonunu engelleyecek ve etkisizleştirecek dış ticaret denkliği olsun.

Dış ticaret açığı kapatılabilir mi?

Evet, 5-8 yıllık ısrarlı ve bilinçli bir politikayla bu açık kapatılabilir. Mesela 2019’da, kurlar artmış olduğu ve iç pazarda daralma yaşanacağı için ve var olan atıl kapasite sayesinde ihracatımız 190 milyar dolara çıkabilir ve ithalatımız da bazı tüketim mallarının pahalılaşması sonucu 250 milyar dolarda kalabilir.

Ancak bazı zorluklarımız var... Birincisi, ürününe göre değişmekle birlikte, her 100 dolarlık ihracat için ortalama 70 dolarlık ithalat yapmamız gerekiyor. Çünkü bizim ihracatımız, adeta, ihraç edilmek kaydıyla ithal edilen mallara mahkûmdur. Örnek verirsem anlaşılacaktır: Türkiye dünyanın en çok un ihraç eden ülkesidir. Ancak ihraç edeceği 3,5 milyon ton un için 5 milyon ton buğday ithal etmek zorundayız. Ya da inşaat demiri ihraç etmek için yurt dışından hurda demir ithal edip eritip kalıplara koyarak ihraç ediyoruz. Bazı otomobillerde ithalat oranı yüzde 80’e kadar çıkmaktadır. Yani ihracatı arttırmak için ithalat şart, mevcut sistematiğimiz bizi buna zorunlu kılıyor.

Yani 100 dolarlık ihracat yapabilmek için 70 dolarlık ithalat yapmak zorunda olan, bir ihracat sanayi envanterimiz var. 10 milyar dolarlık bir dış ticaret açığını kapatmak için 33.3 milyar dolar ilave ihracat yapmamız gerekiyor. Mevcut bütün atıl kapasitemiz ve iç piyasadan kısmalarımızın toplamı bile bu rakama zor ulaşır ya da ulaşamaz.

Bu ekonomik sistematik değiştirilebilir mi?

Dünyada imkânsız hiçbir şey yok. Elbette yeni bir sistematik oluşturulabilir. Yani mevcut eşya üretimini artıracak sanayiler yerine ithalata bağımlı olmayan veya az bağımlı olan eşyalar üretilmesi için çalışmalar yapılabilir. Ancak bu çok zor, uzmanlık, sabır ve adanmışlık isteyen bir iştir. Herkesin “katma değeri yüksek ürünler üretmeli ve ihraç etmeliyiz” klişe önerisi doğrudur. Ancak nasıl sorusuna verilen cevaplar ya çok naiftir, ya bir karşılığı yoktur ya da çok çok uzun zamanda gerçekleşebilir niteliktedir.

Katma değerli ürün nedir kim ve nasıl üretir? Üretimin zorunlu ve gerekli şartları nelerdir? Türkiye’de bu mümkün müdür?

Elbette, şahsen üzerinde en çok çalıştığım konulardan biri bu olduğu için, bendenizde rasyonel ve övünmek gibi olmasın, projelendirilebilir, finanse edilebilir ve hatta uygulanabilir cevaplar var. Ancak bu başka bir yazının konusu.

Özet: Bu anlatıda bütün kötülüklerin anası olarak dış ticaret açığı ön plana çıktı. Dış ticaret açığı kapatılırsa, cari fazla bile verilebilir. Cari fazla verilirse kur artışından dolayı meydana gelebilecek maliyet enflasyonu olmayacak; maliyet enflasyonu önemsiz hale geleceği için, enflasyon artmayacak; enflasyon artmayacağı için de faizler düşmüş olacak. Bu ardışık çevrim ya da döngünün oluştuğu her ekonomide uzun vadeli öngörüler, tahminler yapmak zorunda olan yatırımcıların işi kolaylaşacak. Düşük enflasyon, düşük faiz, ucuz ve erişilebilir fon ve öngörülebilir bir ekonomi yönetimi tüm ülkelerin ulaşmak istedikleri bir ekonomi mimarisidir. Böylece, yapısal dönüşüme uğramış ekonomimiz ihracat eksenli büyürken işsizlik azalacak, verimlilik artacak ve toplam refah kalıcı hale gelebilecektir. İşte yeni ekonomi paradigmasının Türkiye’yi ulaştırmak istediği veya ulaşmamız gereken seviye bu gibi görünüyor. Dünyadaki herkes ülkesinin bu nitelikte bir yatırımcı cenneti ve refah kaynağı olmasını ister. Yeni yönetimimizin de bunu isteyebileceğini tahmin etmek, kehanet değil.

18-09/15/screenshot_5.jpg

Ekonomik hayat, yukarıda anlattığımız döngüler ve çevrimler kadar net, zamanında ve kıvamında akmıyor, akamaz da. Alınan ve uygulanan iktisadi politikaların toplumla ve ekonomik aktörlerle etkileşiminin temelinde psikolojik saikler çok önemli. Bu psikolojiyi doğru yönde etkilemek; güvenilir, inanılır, dengeli ve doğru bir iletişime ihtiyaç duyar. Bu da yönetimin inşa edeceği kredibiliteye bağlıdır. Bunu sağlamak zaman ister, tecrübe ister ve yaşanmışlıklarda tutarlılık ister.

Bu seviyelere ulaşmak, sıkıntı ve zorluklarla dolu dönemlere direnç gösterebilecek bir yönetim, ile fedakâr ve sabırlı bir toplum gerektirir. Hükümetimizin bu yola gireceği kesin gibi, yani, yeni ve çok zor bir döneme gireceğimiz kesindir.

Dönüp diğer ülkelerin tecrübelerine bakınca hepsinin başarısının temelinde, gerekli her türlü ağır bedelin, toplunları tarafından, ödenmiş olduğu görülür. Gereği yapılmamış ve bedeli ödenmemiş hiçbir başarı kalıcı olmaz, olamaz. Ne kadar sürecek bilmiyorum, fakat zorluklar ve sıkıntılarla geçireceğimiz dönemler; kalkınmış ve refah içindeki bir toplum olmanın öncesinde gerçekleşecektir. Bu ekonomik sıkıntı dönemi kaç çeyrek sürecek tahmin etmek çok güç. Umulur ki doğru bir hedef ve politikayla kararlı bir şekilde bu yolda yürünsün.

Çünkü Türkiye artık uluslararası finansın, her gün ölüp ölüp dirilen kanaryası olmak istemiyor.   

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir