Görüşler

Prof. Dr. Bekir Karlığa yazdı: Nihat Keklik hocanın ardından

Prof. Dr. Bekir Karlığa yazdı: Nihat Keklik hocanın ardından

Prof. Dr. Bekir Karlığa, bu ay başında kaybettiğimiz ve Türkiye’de ilk kez bir üniversitede Türk-İslam kürsüsü’ kurulmasını sağlayan hocaların hocası Prof. Dr. Nihat Keklik’i kaleme aldı.

PROF. DR. BEKİR KARLIĞA

Bilim, düşünce ve kültür hayatımızdan bir yıldız daha kaydı. Prof. Dr. Nihat Keklik Hoca, Hakka yürüdü. Doksan yılı aşkın ömrü mücadelelerle geçen hoca, hayatının son günlerini de -kendi deyişiyle- menhus bir hastalıkla (Parkinson) savaşarak geçirmek zorunda kaldı. Nihat hoca nev-i şahsına münhasır farklı bir kişiliğe ve mizaca sahipti. Çok dikkatli, çok hassas, çok endişeli ve çok ısrarcıydı. Bunu yakın ve çevre ilişkilerinde tavizsiz uygulardı. “Ben sabırlı değilim, sabrın kendisiyim” derdi. İkili ilişkilerinde çok sevecen ve samimi olan hoca aynı zamanda alıngandı. Daima insanlarla arasına mesafe koymamaya çalışırdı. Haklı olarak muhataplarından benzer davranışlar beklerdi. Bu mesafeye dikkat edilmediği zaman da çok üzülür, hatta ilişkilerini asgari düzeye indirir veya keserdi.

Samimiyetine ve sevecenliğine karşılık hoca, akademik konularda son derece titizdi. Hiçbir fikri olduğu gibi alıp benimsemezdi. Bir konuda başkalarının görüşlerini aktarmak ve tekrarlamaktan çok, doğrudan ilk veya en yakın kaynağa inilerek gerçek durumun ne olduğunun belirlenmesi gerektiğini savunurdu. Onun, üzerinde ısrarla durduğu bu titiz ve dikkatli metodolojide, araştırma yapmak üzere gittiği ve iki yıl kaldığı Almanya’da yakından tanıma imkanı bulduğu Oryantalistlerin kılı kırk yaran hassas yönteminin önemli bir yeri vardı. Bu arada Batılı Oryantalistlerin İslam ve Türklük konusundaki önyargılı ve tarafgir tavırlarını da asla göz ardı etmezdi.

17-03/18/sayfa-11-nihat-hoca-15-cm.jpg

Bu hassas yöntem sayesinde Nihat hoca, menkıbelere dayalı bir anlatı hikayesi olmanın ötesine geçmemiş olan düşünce tarihimizi, ilk kaynaklara inerek yeniden ele alıp değerlendirmeye ve İslam felsefesini, Türk düşüncesini, modern yöntemle adeta yeniden gözler önüne sermeye çalıştı. Bu amaçla, bir yandan öğrencileri için notlar hazırlarken, bir yandan da el kitapları kaleme aldı. Öte yandan aynı hassas yöntemi, yüksek lisans ve doktora öğrencilerine verdiği tezlerde uygulamak istedi. Örnek olmak üzere Sokrates ve dönemini kendisi bizzat aynı yöntemle araştırıp inceledi. Ne var ki bu çalışmasını kitaplaştıramadı. Platon ve dönemini, Fahreddin Olguner’e; Aristoteles ve Meşşai felsefeyi, Mahmut Kaya’ya; Antik düşüncenin başlangıcını, Pythagoras ve Sokrates öncesi felsefenin kuruluş dönemini de doktora tezi olarak bana verdi. Bildiğim kadarıyla daha sonra bu sistemi devam ettirmedi veya ettiremedi. Öyle sanıyorum ki hocanın öngördüğü yöntemi uygulama konusunda gösterdiği keskin hassasiyete, mizacındaki titizlik de eklendiğinde, uzun süre kendisiyle birlikte çalışmak oldukça zorlaşıyordu. Ayrıca fakültenin ders programları ve güncel olayların etkisiyle hoca kendi çalışmalarında da bu titiz tarihsel yöntemi bırakarak daha çok aktüel konulara eğilmek gereğini duydu. Bu nedenle de felsefenin tekniği ve filozofların özelliği gibi paradoksal konulara yöneldi. Doktora tezim süresince yaklaşık 5 sene haftanın 2 veya 3 günü hocayla beraber olduk. Sohbetlerine hiç doyum olmazdı. Felsefe konularını, Türkiye’nin meselelerini ve gelecekle ilgili düşüncelerini anlatırken onu dinlemekten zevk alırdık. Her seferinde bizi adeta fıkra ve espri tufanına tutardı. Öyle ki kürsü odasından dışarı çıktığımızda farklı bir dünyadan geliyor gibi olurduk. Tezimi bitirdikten sonra ben, İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde Felsefe asistanı olarak göreve başladım. Hocanın kurmuş olduğu kürsüde ise arkadaşlarımız Mahmut Kaya ile İsmail Yakıt, uzun süre asistan, yardımcı doçent, doçent ve profesör olarak hocayla birlikte çalıştılar. Bu sürede ben, üniversitelerde sıkça karşılaştığımız alınganlıklara neden olmamak saikiyle, hem kürsüye hem de hocaya ziyaretlerimi asgari düzeye indirdim.

AKADEMİK MÜCADELESİ

Nihat Hoca, 1926 yılında, Ayvalık’ta dünyaya geldi. Üsküp, Kalkandelen kökenli Hacı Nasuh Efendi ile Hacı Şerife Hanım’ın 3 çocuğunun en büyüğüydü. İlköğrenimini Ayvalık Cumhuriyet İlkokulu’nda, ortaöğrenimini İstanbul Galatasaray Lisesi’nde tamamladı. 1953 yılında, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap-Fars Dilleri Bölümü’nden mezun oldu. Aynı yıl, zahmetli bir mücadeleden sonra Felsefe Bölümü’ne asistan olarak atandı. Resmi eğitiminin yanısıra yaz aylarında Balıkesir’de ikamet etmekte olan dayısının yanına giderek Mehmet Akif’in yakınlarından Hasan Basri Çantay Hoca’dan, İstanbul’a geldiğinde ise yine Mehmet Akif’in çok itibar ettiği, Arap dili bilgini Yusuf Ararat’tan Arapça dersleri almıştı.

1955 yılında, Ord. Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken’in denetiminde hazırladığı ‘Farabi ve Aristo Mantığında Kategoriler’ konulu teziyle doktor oldu ve ardından araştırma için iki yıl süreyle gittiği Almanya’dan dönüşünde, felsefe koridorunun anlı şanlı hocaları, o zamanın şartlarında hiç çekinmeden ‘İslam felsefesinin ve Türk düşüncesinin’ modern manada felsefe disipliniyle ilişkisi bulunmadığını öne sürerek uzmanlığını bu alanda yapmış olan hocayı kadroya almak istemediler. Hocanın sabırlı direnişi ve azimli mücadelesi neticesinde uzun bir çabadan sonra kadroya atanması gerçekleşti. 1965 yılında ‘Sadreddin Konevi’nin Felsefesinde Allah, Kainat ve İnsan’ konulu araştırmasıyla doçent oldu. 1969 yılında profesör olduktan sonra yine uzun ve zahmetli mücadeleler sonucunda adı geçen fakültenin felsefe bölümünde Türk-İslam Düşüncesi Kürsüsü’nün kuruluş formalitelerini tamamladı. Fakat bu sefer de fakülte yönetimi ve felsefe bölümü yetkilileri, Türk-İslam Düşüncesi Kürsüsü’nün aktif hale gelmesini engelledi. Hem hocayı hem de Türk-İslam Düşüncesi Kürsüsü’nü felsefeyle doğrudan ilgili olmadığı iddiasıyla tarih bölümüne aktarmak için sudan bahaneler uydurdular. Bu engeli de aşmayı başaran Hoca, 1974 yılında Türk-İslam Düşüncesi Kürsüsü’ne talebe almaya başladı.

Bu kez de yer sıkışıklığı gerekçesiyle kendisine felsefe koridorunda oda verilmedi. O zamanki Fen Fakültesi Dekanı rahmetli Ahmet Yüksel Özemre’nin de desteğiyle, fen fakültesinin çatı katında, Nihat Hoca’nın ‘kuş yuvası’ diye tabir ettiği bir oda tahsis edildi. Uzun süre kürsü çalışmalarını bu köhne ve karanlık mekanda yürütmek zorunda kaldı. Böylece 1933 yılında yapılan ve üniversite reformu diye takdim edilen kanunla kapanan Darü’l-Fünun İlahiyat Fakültesi ile birlikte öğrenimine son verilmiş bulunan Türk ve İslam Felsefesi dersleri, 40 yıl aradan sonra ve Nihat Hoca’nın vermek zorunda kaldığı uzun ve meşakkatli mücadeleler neticesinde yeniden başlamış oldu. Yaklaşık 40 yıl bilfiil devam eden hocalık görevinden 1991 yılında kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. Emekli olduktan kısa bir süre sonra da o menhus Parkinson hastalığına tutuldu. Hiçbir kimseye yük olmak istemeyen ve medyun-u şükran kalmaktan hoşlanmayan hoca önce tekerlekli sandalyeye, sonra da yatağa mahkum oldu. Bu ise onu hem fiziki bakımdan hem de ruhen çöküntüye uğrattı. Fakat hükm-ü ezele gönülden teslim olan hoca psikolojik bunalımlara girmedi. Fiziki çöküntüye rağmen zihni melekeleri son derece canlıydı ve şuuru hep yerindeydi. Son birkaç ayda rahatsızlığı artarak yoğun bakıma alınmasına neden oldu. Nihayet 1 Mart Çarşamba günü rahmet-i Rahman’a kavuştu.

HAK ETTİĞİ İLGİYİ GÖREMEDİ

Hoca çok yönlü ve zengin bir felsefi birikime sahipti. 1978 yılında ‘Felsefe: Mukayeseli Temel Bilgiler ve Kaynaklar’ adlı eserini yayımladı. Bunun ardından ‘filozofların özellikleri ve felsefenin tekniği’ isimli eserlerinin yanısıra, İslam filozoflarının Batı felsefesine ve filozoflarına etkileri konusundaki makalelerini neşretti. 1996 yılında yayınladığı ‘Türk İslam Felsefesi açısından Felsefenin İlkeleri’ isimli eseri, hocanın son önemli çalışmalarından birisidir. Doğruyu söylemek gerekirse, Nihat Keklik hoca ne kendi üniversitesi ve fakültesi tarafından ne de meslektaşları ve yakın çevresi tarafından hak ettiği ilgiyi görmedi. Hatta cenazesinde ne İstanbul Üniversitesi Rektörü, ne de Edebiyat Fakültesi Dekanı vardı. Fakülte sadece bir çelenk göndermekle yetinmişti.

Biraz da hocanın mizacından kaynaklanan hassasiyetler nedeniyle –ben de dahil- yakınlarından ve öğrencilerinden pek çok kişi ona gerekli ilgiyi gösterememiş olmanın üzüntüsünü yaşadılar. 2014 yılında, Eskişehir’de, Uluslararası Farabi Sempozyumu’nu düzenlediğimizde ziyaret ederek İslam felsefesine ve Türk düşüncesine hizmetlerinden dolayı kendisine ‘Farabi Büyük Ödülü’nü vermek istediğimde -ummadığım şekilde- memnun kaldığını görmüştüm.

Bahçeşehir Üniversitesi’nde benim kurduğum Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği ödül törenine Sayın Prof. Dr. Mehmet Aydın, Sayın Prof. Dr. Mübahat Küyel’le birlikte tekerlekli sandalye ile gelebilen hoca, ancak Adem Reis’in kucağında sahneye çıkabilmişti. Sevinçli ama mükedder tavrıyla hem kendisi duygulanmış hem de bizleri duygulandırmıştı.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir