Görüşler

Prof. Dr. Berdal Aral yazdı: Avrupa, “özneleşen” Türkiye’den neden rahatsız?

Prof. Dr. Berdal Aral yazdı: Avrupa, “özneleşen” Türkiye’den neden rahatsız?

İstanbul Medeniyet Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Prof. Dr. Berdal Aral, Avrupa’da her geçen gün bir yenisi patlak veren Türkiye karşıtı eylemleri mercek altına alıyor.

PROF. DR. BERDAL ARAL

Bugünlerde Avrupa’da hakikaten çok ilginç şeyler oluyor… Türkiye’nin onlarca yıldır üyesi olmak için çırpındığı Avrupa Birliği (AB) ile bu örgüte mensup devletler, “züccaciye dükkanına girmiş boğa” edasıyla, Türkiye’deki mevcut yönetime duyduğu husumet üzerinden “Türkiye karşıtı” bir konumu benimsemiş görünüyor üstelik de bunu, incelikli bir diplomatik dil içinde değil, göstere göstere yapıyorlar. Örnek mi? Avrupa’nın önde gelen aktörleri, Türkiye’deki 15 Temmuz darbe girişimi karşısında açıkça demokrasi yanlısı bir tutum almaktan kaçındılar, Avrupalı birçok ülke epey bir zamandır FETÖ ile PKK terör örgütü mensuplarına sınırlarını açmakta beis görmüyor, 16 Nisan referandumunda oya sunulacak olan Başkanlık Sistemi’ne karşı gizleme gereği bile duymadan “Hayır” kampanyası yürütüyorlar; en müptezel olanı ise, Hollanda’nın, kısa bir süre önce, önce Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun bu ülkeye uçuş iznini iptal etmesi, ardından Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya’nın Rotterdam’da Türkiye kökenli göçmenlere anayasa hakkında hitap etmesini engellemesi, ve daha da vahimi, kendisini sınır dışı etmesi.

Aslında Türkiye’nin Avrupa’yla sevgi ve nefret sarkacı içinde gidip gelen yüzyıllara varan “tuhaf”  ilişkisi, bir bakıma, bu en “Batılı” Müslüman ülkenin batılılaşma şeklinde tecessüm eden “moderleşme” ve “laiklik”le olan sorunlu ilişkisinin bir izdüşümü gibiydi. Bu ikilinin Avrupa’da yükselen kapitalizmle el ele vererek din ve geleneğe açtığı savaş sonucunda, “ahlak” ve “adalet” zaman içinde Avrupa coğrafyasında kamusal alanın/söylemin dışına itilivermişti. Ne var ki Batı’ya diğer medeniyetler karşısında son birkaç yüzyılda maddi üstünlük veren “iksir” de işte tam da bu üçlüydü. Bireyciliğin, araçsal aklın, menfaat eksenli hesapçılığın ve kolektif olarak da kendinden farklı olanı “ötekileştirmenin” temel aksiyomlar olarak tezahür ettiği bu dünyada “mazlumları korumanın”, “hak ve hakikati yüceltmenin”, “yaratılan her şeye merhametle yaklaşmanın”, “adaleti tesis etmenin” ve “kadim değerleri ayakta tutmanın” elbette ki herhangi bir yeri olamazdı. Eğer “biz” bir yandan Avrupa-merkezli bu tarihin akışına kendimizi bırakacak -ki öyle oldu- ve bir yandan da Müslüman olarak kalacak idiysek, bu müthiş gerilimi yaşamak, bir bakıma Yunan mitolojisinde yankısını bulan Sisifos’un omuzlarında koca bir kayayı biteviye bir tepeye taşımaya zorlanması gibi bizim de değişmez kaderimiz olacaktı.

Erken Cumhuriyet döneminde ise hakikatte “ahlak” ve “adalet” kavramlarını kelime dağarcığından çıkarmış olan Batı’nın “parçası” olduğumuz iddiasının eğretiliği, görmek isteyenler için daha başlangıçta aşikârdı. Türkiye ısrarla Avrupa’nın en azından olduğundan daha “hakkaniyetli” olabileceği umudunu hep korudu bu süreçte. “Bu ülke”, ABD’nin patronu olduğu NATO’daydı, çünkü Türkiye’nin dış dünyaya ilişkin “güvenlik menfaatleri” bunu gerektiriyordu. Oysa AB, yalnızca daha müreffeh ve yaşanabilir bir Türkiye hedefinin odağında değildi. Aynı zamanda, Türkiye, “Avrupa milletler ailesinin” (umulur ki “eşit”) bir üyesi olarak zaman içinde insan hakları ve demokrasi seviyesi göz dolduran ve “çağdaş uygarlık seviyesi”ni yakalamış, huzurlu ve bahtiyar bir ülke olacaktı. Bu “çağdaş uygarlık” umdesi öylesine “kutsal” bir hedefti ki ülkemize çok ağır bir iktisadi külfet yüklese de “biz Türkler”i AB üyeliğine yaklaştıracak her tarihi adıma karşı çıkmak, bir bakıma “vatana ihanet” sayılmalıydı. O yüzdendir ki dönemin hükümeti, 1995 yılında “gümrük birliğini biz hayata geçirdik, Türkiye’nin AB üyeliğinin yolunu biz açtık!” deme imtiyazına (!) sahip olma adına hemen hemen tamamıyla AB tarafınca hazırlanmış olan Gümrük Birliği belgesine imza koymaktan çekinmemişti. Bu anlaşmanın pek de ülkenin yararına olmadığı, Türkiye’nin AB ile olan dış ticaretindeki açık 1996 sonunda 10 milyar dolara fırlayınca kısa sürede anlaşıldı. 

AB özelinde bugün de Avrupa’ya dair değişen pek bir şey yok. Soğuk Savaş döneminde ABD’nin koruyucu şemsiyesi altında sosyalist blok karşısında kendisini güçlü kılmaya çalıştığı dönemde bile, aynı Avrupa, bir bütün olarak İslam dünyasının ve tek tek Müslüman ülkelerin güç temerküzü oluşturmasını engelleme hususunda elinden geleni ardına koymamıştı. Ne var ki o dönemde bu mütehakkim yaklaşımını ve dışlayıcı seçkinciliğini ABD’nin doğrudan ve dolaylı saldırganlıklarının ardına gizleyip yapılanları el altından sessizce onaylarken, kendi emperyalizmini görmek istemeyen gözlerden iyi kötü gizleyebiliyordu. Bu durum Türkiye-Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) (o zamanki adıyla) ilişkileri için de geçerliydi.

MAKYAJ DÖKÜLÜYOR

Bugün ise köprülerin altından epey su geçmiş bulunuyor. Açıkçası, Avrupa’nın “şapkasının düştüğünü” ve AB örneğinde “keli”nin göründüğünü belirtmek gerekiyor. Bu yeni duruma yol açan en az üç önemli gelişmenin olduğu gözleniyor:

Birincisi; Avrupa, hususiyetle Soğuk Savaş’tan sonra, ABD ile birlikte inat ve ısrarla İslam’a ve İslam dünyasına dair ne varsa geçmişteki “komünist heyulanın” yerine ikame etmekten bir türlü geri durmadı. Bunu hem İslam dünyasına mensup aktörlerin kendi ayakları üzerinde durmasını engellemek hem de bir bütün olarak Müslüman dünyanın kendi içinde bütünleşmesini engellemek için yaptı. İçeride de, benzer bir politikanın izdüşümü olarak, Avrupa’daki Müslüman azınlıkları tedip etmek, savunmaya itmek ve bütün bunların nihai hedefi olarak onları liberal/seküler kamusallığın sıradan “birey”lerine dönüştürmek istedi. Görünen o ki Avrupalı devletler, bu hedefleri akamete uğradıkça  daha büyük bir pişkinlik ve pervasızlık içinde, kimliklerini kamusal alanda da terk etmeme ısrarını koruyan Müslüman azınlıkların Avrupa topraklarında istenmedikleri mesajını verme noktasına geldi. AB Adalet Divanı’nın, bir işverenin başörtülü çalışanını işten çıkarabileceğine ilişkin kararı bu yöndeki gidişata işaret etmektedir.

Avrupa, Soğuk Savaş’tan sonra ABD ile birlikte inat ve ısrarla İslam’a ve İslam dünyasına dair ne varsa geçmişteki ‘komünist heyulanın’ yerine ikame etmekten geri durmadı.

İkincisi, Avrupa 2008 mali krizinin de gösterdiği üzere, Türkiye’nin de içinde yer aldığı, “Yükselen Güçler” olarak tanımlanan devletler grubuna kıyasla ciddi bir güç kaybına uğramış bulunuyor. Üstelik Türkiye’nin iktisadi kalkınma hamlesi ve bunun yol açtığı toplumsal refah sıçraması ve bunun yanısıra ülkenin artan siyasi özgüveni ve dış politikada yükselen etki gücü, Avrupa ile Türkiye arasındaki makasın azalmaya başladığını gösteriyor. Bütün bunların üzerine, 2000’li yıllarda, hem yönetim hem de halk düzeyinde, Türkiye’nin kadim değerleriyle barışık bir misyon duygusu ile birlikte Türkiye’nin uluslararası arenadaki “görünürlüğü” ivme kazanmıştır. Türkiye, devleti ve halkıyla hızla “özneleşen” bir siyasi aktör olarak temayüz etmiştir. Bu ise, tabiri caizse, Avrupalıların “köpeksiz köyde değneksiz dolaşmasını” bir bakıma zorlaştırmıştır. Daha açık bir ifadeyle, Türkiye hem kendi bölgesinde hem de söz gelimi Afrika’da ve Balkanlar’da, ABD’nin ve başka bazı uluslararası aktörlerin yanısıra Fransa, İngiltere ve Almanya gibi Avrupalı güçlerin “ayağına dolanmaktadır”. Avrupa’nın Türkiye’ye ilişkin son yıllarda dizginlemekte zorlandığı öfkesinin bir başka nedeni de budur.

Üçüncüsü, Türkiye bugün Avrupalılar karşısında eskiden olduğu gibi sürekli tedip edilmesi gereken, sık sık azarlanan bir “talebe” olma psikozunu artık geride bırakmış bulunuyor. Bu anlamda, Türkiye bugün Avrupa ile ilişkilerinde Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın söylemlerinde açık seçik olarak gözlendiği üzere, “eşitler-arası” bir diplomatik düzlemi kendisine referans almış bulunuyor. Üstelik Türkiye, bu düzlemi hem kendisi hem de İslam dünyası için talep ediyor. O yüzdendir ki Türkiye, hem Avrupa’nın hem de genel olarak Batı’nın, söz gelimi, insan hakları ve demokrasi konusundaki ikiyüzlü tutumunu, savaş ve saldırganlık konusundaki ilkesizliğini ya da “küresel bir tehdit” olarak nükleer silahlar konusundaki çifte standardını Avrupalı muhataplarının suratına haykırmaktan çekinmiyor. Türkiye asıl şimdi oyunu kurallarına göre oynuyor, bu ise bu ülkeyi kurulan oyun düzeninde “bon pour l’orient” dışlayıcılığı içinde “ikinci sınıf” konumda tutmak isteyen Avrupalı “müttefiklerimizin” makyajlarının fena halde dökülmesine yol açıyor.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir