Görüşler

Prof. Dr. Mehmet Merdan Hekimoğlu yazdı: Özerklik yerine güçlü anayasal vatandaşlık

Prof. Dr. Mehmet Merdan Hekimoğlu yazdı: Özerklik yerine güçlü anayasal vatandaşlık

Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Mehmet Merdan Hekimoğlu, anayasal vatandaşlık ve ‘çok hukuklu toplum’ konusunu değerlendiriyor.

PROF. DR. MEHMET MERDAN HEKİMOĞLU

Son zamanlarda gündeme getirilen “kendi insanlarından olup, zaman içinde değerlerine, öz medeniyet ve kültürüne yabancılaşmış toplum parçalarına” zımmî (azınlık) statüsü tanınması ve bunu zorunlu olarak gereksinen “çok hukuklu toplum” projesinin hayata geçirilmesi önerisi kamuoyunda önemli tartışma konularından biri haline geldi. Tanzimat öncesi Osmanlı Devlet düzeninde olduğu üzere, din ve kişiler hukukuna ilişkin özel hukuk hükümleri bakımından kendi içlerinde görece özerk olan farklı dini cemaatlerin dış ilişkileri yönünden hiyerarşik silsile içerisinde sıralandıkları bir siyasal toplum yapılanmasının ihyası bu bağlamda yeniden ima edildi; böyle bir yapı, bundan böyle birlikte barış ve dayanışma içerisinde yaşayabilmenin yolu olarak gösterildi.

Farklı siyasi tercih ve yaşam şekilleri nedeniyle bazı vatandaşları diğerlerine göre dezavantajlı hale getiren bir “kamu hukuku statüsüne” dâhil etme amacına yönelik bu ayrımcı önerilerin, ne Türkiye’nin 200 yılı aşkın süredir devam edegelen “modernleşme müktesebatıyla” ne de  “demokratik çoğulculuk” ve “eşitlik vatandaşlık” ilkeleriyle bağdaştırılması mümkündür. Çağın gereklerine de uygun değildir, zira ilahiyatçı Yazar Sayın R. İhsan Eliaçık’ın “Daru’s-Selam: Evrensel Adalet, Kardeşlik ve Barış Yurdu” adlı eserinde ifade ettiği üzere, geçen bin yıllık süre içerisindeki İmparatorluk ortamı ve savaş koşullarında meydan gelmiş bulunan zımmî hukukunun günümüzde koşulları ortadan kalktığı için yeni hukukun millet içinde “çoğunluk-azınlık” ayrımını esas almak yerine, “suçlu-suçsuz” ayrımına dayalı bir anlayışı kabul etmesi gerekir. Ayrıca bahsi geçen öneriler “demokratik plüralizm” ilkesine de aykırıdır, zira mademki günümüz çağdaş demokrasileri, insan haklarının özellikle ve önemle devlete karşı korunması temelinde, özünde çoğunluğun mutlak yönetimini reddeden, azınlıktakilerin temel hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınmasını gereksinen, hâlihazırda azınlıkta yer alanların ileride çoğunluğu oluşturup siyasi iktidara gelebilmelerinin yolunun açık olduğu rejimlerdir, o halde azınlıkta ya da muhalefette yer alanların oy, görüş, dini inanç, politik tercih, hayat tarzı veya düşünce açıklamaları nedeniyle politik toplumun ayrımcı muamelelerine muhatap kılınmaları böyle bir rejimin temel umdelerine aykırı bir tasarruf olacaktır. Hele de bizim gibi milletleşme, yani sosyal entegrasyon sürecini henüz tamamlamamış toplumlarda vatandaşların “anayasal eşitliğine” halel getiren bu tür tasarrufların bütünden duygusal kopuşlara yol açması üzerinden, bazı vatandaş grupları için merkezkaç bir etkiye sebep olma tehlikesi belirecektir. Yani ulus devletin içerisindeki farklı inanç ve yaşam şekillerini benimseyen insanların bu özellikleri nedeniyle ayrımcılık içeren hukuki rejimlere tabi kılınması, devleti meydana getiren üç temel öge olan egemenliğin, ülkenin ve milletin bölünmez tekliğini esas alan üniter siyasi yapı yanında ulusal birlik ve bütünlüğün korunması bakımından da ciddi bir tehlike ortaya çıkaracaktır.

Ülkenin, milletin ve egemenliğin eşit vatandaşlık temelinde halkın bütününün temsil edildiği parlamentodan sudur eden tek bir hukuk düzeni ile ortaya konulması modern demokratik devletin dördüncü unsuru olan meşruiyetin de meydana çıkmasına neden olacaktır ki bu durumun “milletleşme sürecini” tahkim eden bir sonucu yol açacağı aşikârdır.

TARİHSEL BİR KAZANIM

Milleti oluşturan bireylerin ait oldukları kültürel kimlik özellikleri veya hayat tarzı farklılıkları nedeniyle ayrımcı muamelelere maruz bırakılmasının “demokratik zihniyetle” de bağdaşması söz konusu olamaz. Zira belirtmek gerekiyor ki din, inanç, mezhep, milli değerler, ideoloji, öz medeniyet ve kültür gibi büyük önermelerin bilgisine doğuştan otomatik olarak sahip olamayacağımıza göre, bunları aile, eğitim, kişisel tecrübeler, meslek, hobiler, sosyal çevre gibi değişken dinamiklerin biçimlendirdiği zihniyetimizin imbiğinden süzerek kendimize mal ederiz. Dolayısıyla bu bileşenler içindeki farklılıkları “kategorik” ve “apriori” olarak reddedip ötekileştiren, kendi dini ve dünya görüşü dışındakilere ataerkil bir zihniyetle tepeden bakan, “arogant” ve “sekter” bir hayat görüşü, değerler rölativizminin esnekliğinden uzaklaştığı ölçüde, pek de demokrat olmayan, otoriter bir zihniyetin bataklığına doğru hızla savrulacaktır. Ayrıca böyle bir savrulma özgür ve özerk bireyleri -gayri iradi olarak- dinin, mezhebin, cemaatin veya belirli bir dünya görüşünün içerisine sokacak ve devletin bu kolektif entiteler için tek taraflı olarak daha önceden belirlediği genel statünün hukuki rejimine tabi kılacaktır. Üstelik bu statülerin her biri içerisinde yer alan itikadi ve ameli görüş farklılıkları nedeniyle ekstra alt statüler oluşturulması da gerecektir ki bunun bölünmüş hukuki yapıyı daha da parçalı bir hale getireceği açıktır.

Böyle parçalı bir yapının Medine Vesikası bağlamında İslam dininin temel kaynaklarına referans verilerek temellendirilmesi de zor görünüyor. Zira İslam tarihinde gerçekleşen bazı sosyo-politik vaka ve meselelerin İslam’ın bütün zamanlara şamil zorunlu bir emri olarak değil de o dönemin konjonktürel koşulları içerisinde değerlendirilmesi gerekir. Nitekim değerli Gazeteci-Yazar Taha Akyol’un “Medine’den Lozan”a başlıklı mükemmel eserinde de etraflı bir şekilde açıklandığı üzere, Medine Vesikası, İslam tarihinde ve Peygamberimizin yaşamında tekrarı gerçekleşmemiş, tekil ve arızi bir hadise olduğu gibi, Türkiye’nin hukuk ve yargı sürecinin Tanzimat’tan Cumhuriyet’e gelişimi; cemaat üyeliğinden yurttaşlığa, cemaatler topluluğundan ise ulusa doğru gerçekleşmiştir. Yazara göre, Osmanlı ülkesinde bulunanların kendi ülkelerinin hukukuna göre muamele görmesine dayalı “şahsilik prensibi” büyük mücadelelerle ortadan kaldırılmış, yerine yerli yabancı ayrımı olmaksızın Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisindeki bütün insanlara Türk hukukunun uygulanmasını esas alan mülkilik (yersellik) prensibi getirilmiştir. Azınlık, şer’iyye, konsolosluk ve nizamiye mahkemeleri ayrımı kaldırılarak yargı birliği gerçekleştirilmiş, çok hukukluluktan hukuk birliğine geçilmiş, kapitülasyonlara dayalı sömürünün sonlanması sağlanmıştır. Ortaçağ’a özgü bir tarım ve din imparatorluğundan Yeniçağ’ın hâkim siyasal rejimi olarak ulus devletin ve ulusal hukukun inşası yolunda atılan çok önemli adımlar anlamına gelen bütün bu modernleşmeci tasarrufların tarihsel gelişim sürecinin doğru yönünde yer alan “ilerici” hamleler olduğuna kuşku yok. Zira böylece cemaatlerin hiyerarşik mevcudiyeti ve koalisyonuna dayalı konvansiyonel çoklu hukuk düzeni piramidinden; eşitlikçi, merkezi, homojen, çağdaş, tekli ve laik modern hukuk düzenine geçilmiştir. Bu nedenle nasıl ki suyu geri akıtmak mümkün olamazsa aynı şekilde iletişimin ve ulaşımın hızla geliştiği günümüz sofistike ve girift küresel dünyasında farklı kültürel kimlik özelliklerine sahip bulunan insanlar arasındaki çoklu hukuki ilişkileri hala Ortaçağ’ın kapalı ve türdeş köylü toplumlarındaki gibi yalnızca inançlara, sosyal statülere veya hayat tarzlarına göre düzenlemek önerisi absürt, arkaik ve anakronik bir talep olmaktan öteye geçemez.

ANAYASAL VATANSEVERLİK

Esasen günümüzde modern devletlerinde önemli olan tekrar cemaatçi çoklu hukuk düzenine dönüş değil; ülke, devlet ve vatandaş arasındaki hukuki ilişkinin rızaya ve insan haklarına dayalı olarak yeniden kurulması üzerinden aynı siyasal çatı altında birlikte yaşamanın meşruiyet temellerinin pekiştirilmesidir. Bunu gerçekleştirmeye yönelik olarak Avrupa’da yapılan tartışmalarda “anayasal vatanseverliğin ve vatandaşlığın” hayata geçirilmesi meselesi önemli bir müzakere konusudur. Liberal-muhafazakâr Alman siyaset bilimci müteveffa Prof. Dr. Dolf Sternberger tarafından teorisi yapılan “anayasal vatanseverlik” (Verfassungspatriotismus) kavramı, ulusal birliğin ve demokratik düzeneklerle işleyen hukuk devletine bağlılığın etnik vurgu yerine, ancak demokrasi ve ifade özgürlüğü gibi anayasada yer alan temel değerlere yurttaşların içtenlikle bağlı kalması ve boyun eğmesi üzerinden rasyonel bir şekilde gerçekleşebileceğini içerir. “Avrupa vatandaşlığı” çatı kimliğini temellendirmek için sol liberal Prof. Dr. Jürgen Habermas tarafından geliştirilen “anayasal yurttaşlık”  kavramı ise farklı kültür, ulusal kimlik, din ve gelenek dairesine ait bireylerin üst bir siyasi vatandaşlık kimliği altında, kendi değerlerini koruyup geliştirebilecekleri rasyonel ittifaklar oluşturabileceğini ifade ediyor. Sonuç olarak bütün bu açıklamalar ışığında Türkiye’nin, vatandaşlarının bir kısmına “zımmî statüsü” vermeye veya “çok hukukluluk” sistemine geçmeye ilişkin abes ve akıllara ziyan tartışmaları artık geride bırakması şart. Ayrıca bir yandan üniter siyasi yapısını titizlikle koruyarak yerel yönetimlerini güçlendirmesi, öte yandan ise vatandaşlarının temel hak ve özgürlüklerini güvence altına alıp demokratik hukuk devleti rejimini pekiştirerek anayasal vatandaşlık rejiminin anlamını “gönüllü itaat ve bağlılık” üzerinden derinleştirmesi ve böylece cari yönetim sisteminin maşeri vicdandaki meşruiyetini tahkim etmesi gerekiyor.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir