Görüşler

Prof. Dr. Ramazan Gözen yazdı: Hudeybiye felsefesi insanlığın kurtuluşu mu?

Prof. Dr. Ramazan Gözen yazdı:  Hudeybiye felsefesi insanlığın kurtuluşu mu?

Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünden Prof. Dr. Ramazan Gözen, Hudeybiye Anlaşması’nın uluslararası ilişkilere ilham olabilecek felsefi perspektifini kaleme aldı.

PROF. DR. RAMAZAN GÖZEN

İslam tarihinden binlerce anekdot, hikaye, olay, oluşum nakledilir ve bunlar genellikle tarihsel bilgi düzeyinde kalır. Naçizane fikrim olarak, dini düşüncenin sadece kitapta yazılanlardan ibaret değil aynı zamanda tarihi gelişmelerden alınabilecek dersler ve ilhamlardan mürekkep olduğunu düşünürüm. Bu açıdan baktığımda, gerek hayat düsturu olarak ama özellikle ilgi alanım uluslararası ilişkiler bakımından en çok etkilendiğim İslam tarihi olaylarından biri, meşhur Hudeybiye vakası ve anlaşmasıdır. Zira bu olayın, genelde İslam tarihçileri ve ulemasının yaptığı gibi sadece Medineli Müslümanlar ile Mekkeli müşrikler arasında yaşanmış tarihi bir durum değil, esasen yaşama ve uluslararası ilişkilere ilham olabilecek felsefi bir perspektif içerdiği kanaatine sahibim.

SABIR VE UZUN DÖNEMLİ DÜŞÜNME

Genelde bilindiğini zannettiğim bu olayı kısaca hatırlamakta yarar var. Mekke’den Medine’ye hicret etmiş ve burada başarılı bir sosyo-politik düzen kurarak güçlenmiş olan Hz. Muhammed ile beraber muhacirler ve ensardan oluşan Medineli Müslümanlar, geriye dönmenin ve İslam’ın ana merkezi Mekke’de de var olmanın artık zamanının geldiğini düşünerek büyük bir kafile ve beraberindeki ordu ile Medine’ye hareket ettiler. Ancak Mekke’nin sınırlarında Mekkelilerin engeliyle karşılaştılar. Çok uzun ve meşakkatli bir yoldan gelmiş olan Medineli Müslümanların bu engel karşısındaki tavrı çok önemli ve anlamlıdır. Hicret’ten sonra müşriklere karşı askeri, siyasi, ekonomik ve psikolojik bir üstünlük kazanmış olan Medineliler, normal şartlarda Mekke’yi de kontrolleri altına alabilecek kadar yüksek bir güce muhakkak ki sahiptiler. Daha önce Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında yendikleri ve karşılarında üstün oldukları Mekkelilere karşı savaşıp Mekke’yi de ele geçirebilirlerdi, bu ihtimal çok yüksekti. Aslında Medineli Müslümanlar arasında bunun yapılmasını isteyen, Mekkelilerin engeline karşı mücadele ederek/savaşarak Mekke’ye girmeyi isteyen önemli sayıda insan da vardı. Ancak Hz. Muhammed, Müslümanların bütün gücü, etkisi ve arzusuna rağmen Mekkelilerle çatışmayı değil, Mekkelilerin itirazını/muhalefetini dikkate alıp Mekkeli müşrikler ile içinde bazı dezavantajlı maddelerin de görüldüğü bir anlaşma yapmayı kabul etmiştir. Mekke’ye zor ve güç kullanarak girmeyi ve bir çatışmayı tercih etmemiştir. Böylece ortaya çıkan uzlaşma, Hudeybiye Anlaşması olarak tarihe geçmiştir. Anlaşmaya göre; Medineliler ile Mekkeliler arasında on yıl sürecek bir barış sağlanacak, Medineliler bu sefer Mekke’ye girmeyecekler ve geriye dönecekler, Medineliler Mekke’den kendilerine sığınan Mekkelileri iade edecek ama Mekkeliler bunu yapmak zorunda olmayacaklardı. Müslümanlar aleyhine olumsuz görünen hükümler (geri dönmek ve iade şartı) içeren bu anlaşmaya, haksızlık içerdiği iddiasıyla Hudeybiye’deki Medineliler arasından eleştiri ve itirazlar yükselmiştir. Ama sonuçta Hz.Muhammed’in iradesiyle anlaşma uygulamaya geçmiştir.

İlk etapta Medinelilerin aleyhine ve mağlubiyeti gibi görünen bu anlaşma, tarihi gelişmeler sonucunda hem orta hem de uzun vadede Müslümanların ve İslam’ın lehine sonuçlar doğurmuştur. Medineliler anlaşmaya göre geri dönmüşler ama aradan bir sene geçtikten sonra tekrar Mekke’ye geldiklerinde hiçbir itiraz ve engel ile karşılaşmadıkları gibi Mekke’de Müslümanlara ve İslam’a dönük temayül ve teveccüh daha da artmıştır. Müslümanlar, Mekke’ye zor kullanarak değil yerli halkın teveccüh ve desteğiyle hakim olmuşlar ve bu andan itibaren Müslümanlık ve İslam, tüm Arap Yarımadasında ve diğer coğrafyalarda daha çok ilgi görmüştür. Bu gelişme, İslam dini ve tarihi açılardan o kadar önemlidir ki hakkında Kur’an’da ayetler bulunmaktadır.

Müslümanlar Mekke’ye zor kullanarak değil yerli halkın desteğiyle hakim olmuşlar ve bu andan itibaren İslam daha çok ilgi görmüştür.

İslam tarihinden öğrendiğimiz bu hikaye; hayata, sosyolojiye, siyasete ve uluslararası ilişkilere dair paradigma düzeyinde dersleri ve bir felsefeyi içermektedir. Bunun dört boyutunun altını çizmek istiyorum. Her şeyden önce; sabretmeyi, uzun dönemli düşünmeyi, arzuları ertelemeyi ve güçlü olanın mütevazı olması gerektiğini ortaya koymaktadır. Sabır ile birlikte özverinin, özgüvenin, ihtiraslardan vazgeçmenin önemini de görüyoruz. “Bugün, hemen, şimdi, her şey ve daima benim olsun” diyen insana dönük ciddi bir kişilik ve karakter öğütlemesi yapmaktadır.

İkincisi, aynı zamanda sosyal ve siyasal bir lider olan Hz. Muhammed’in basiretli ve özverili tavrı ile tabanından gelen farklı talepler arasındaki etkileşim bakımından çıkartılacak derstir. Burada liderlik ve lidere sadakat kadar, liderden farklı düşünmenin gerekliliğini de görüyoruz. Belki çoğumuz burada lidere sadakati öne çıkaracaktır ancak toplum içinde liderden farklı düşünüp ona itiraz edebilme özelliğini de gözden kaçırmamalıyız. Zira bu bağlamda İslam tarihinden pek çok örnekler verilebilir. Bir insan olarak Peygamber/ler siyasi, askeri, sosyal konularda sadece kendi istedikleri yönde değil hatta çoğu zaman arkadaşlarının/sahabelerinin önerilerine ve isteklerine göre hareket etmiştir. Bu konudaki önemli örneklerden biri, Hendek Savaşı’nda bir sahabenin (İranlı Selman-ı Farisi) şehri savunmak için şehrin dışında hendek kazılması fikrine uyulmasıdır. Bu örnekte sahabenin görüşüne göre hareket eden Peygamber, Hudeybiye’de kendi öngörüsünde ısrar etmiştir.

İslam’da kılıçla, terörle, şiddet kullanarak mücadele etmek, üstünlük kurmak yok; saldırganlık ve azgınlık ise kökten yasaklanmıştır.

Üçüncüsü, uluslararası ilişkiler bakımından, sorunların çatışma ve savaş ile değil sabrederek ve uzlaşarak çözülmesi yönündeki derstir. Aslında Medineliler daha önce birkaç kez savaşarak mağlup ettikleri müşrikleri Mekke’de de aynı şekilde mağlup edebilirlerdi, bu güce ve tecrübeye sahiplerdi. Ancak bu yolu seçmemişler, barışı ve sabretmeyi tercih etmişlerdir. Sorunu çatışma yerine anlaşma ile çözmüşlerdir. Böylece İslam’ın barışa ve müzakereye ne kadar çok öncelik verdiğini, askeri veya başka araçlar bakımdan güçlü bile olsalar zor, şiddet ve saldırganlık göstermenin doğru olmadığını, savaşarak Mekke’yi ele geçirmenin dini, ahlaki, insani ve vicdani olmadığını göstermişlerdir. Daha da önemlisi, Mekke içindeki mevcut veya potansiyel Müslümanlar ile Medineli Müslümanların birbirini öldürmesini, kanlarının akıtılmasını uygun bulmamışlardır. Anlaşmaya (uluslararası hukuka) ve diplomasiye sadık kalarak, hem mevcut güçlerini tahrip etmemişler hem de orta ve uzun vadede daha büyük bir zafere ulaşmışlardır.

Bu tavır, dördüncü olarak, hem İslam’ın insanlığa dönük genel yaklaşımı hem de dünya tarihi açısından çok önemli bir sonuç doğurmuştur: Mekkeliler ve müşrikler, Medineli Müslümanların bu özverili ve barışçı tavrına büyük bir sempati göstermişler, İslam’a ve Müslümanlara daha çok yönelmişlerdir. Buradan çıkan önemli bir sonuç da şudur: İslam’daki cihat ve fetih gibi kavramlar, (meşru/nefsi müdafaa dışında) silahlı çatışmayı, işgal etmeyi, toprak veya ülke ele geçirmeyi, üstünlük ve hakimiyet sağlamak için güç kullanmayı ve bunların herhangi biri için savaşmayı hedeflemez. İslam’da kılıçla, silahla, terörle, savaşla ve şiddet kullanarak mücadele etmek; üstünlük, hegemonya ve hakimiyet kurmak yoktur; saldırganlık ve azgınlık ise kökten yasaklanmıştır. Sosyal hayattaki ve uluslararası ilişkilerdeki sorunların ancak karşılıklı ikna ederek, inanç ve düşünce oluşturup olgunlaştırarak, uzlaşma ve anlaşmalara sıkı sıkıya uyarak ve her zaman ahlak ve adalet dairesi içinde kalarak çözülmesi gerekir. Bugünkü uluslararası ilişkiler terminolojisindeki meşhur ifadeyle: Sert/kaba güç değil yumuşak/ikna edici güç araçları ve imkanları kullanılmalıdır. Kur’an’da Allah’ın insanlara sık sık adaleti, sabretmeyi, iyilik etmeyi, haklı ve insani olmayı emretmesi de bundan olsa gerek.

SAVAŞ GİRDABINDAKİ ORTA DOĞU

Hudeybiye felsefesinin İslam dininde ve tarihinde ne kadar stratejik bir katalizör rolü oynadığını görünce, bugünkü Müslümanların; hayata, sosyolojiye, siyasete, dış politikaya ve uluslararası ilişkilere dair sorunlarının oluşumunda ve çözümünde bu felsefeye ne kadar ilgi duyduklarını, bilgilendiklerini ve uyguladıklarını sorgulamadan edemiyorum. Buradan hareketle, bu felsefenin sadece Müslümanlara değil tüm insanlığa sunulabilecek bir felsefi model olabileceğini düşünmekten kendimi alamıyorum. Ama buna karşın, Hudeybiye felsefesinden çok uzakta ve savaşların girdabına düşmüş olan Orta Doğu başta olmak üzere tüm İslam dünyasının ve insanlığın bugünkü halinin, bu potansiyeli ve ihtimali kullanmaya ne kadar istekli ve hazır olduğunu sizlerin takdirine ve vicdan muhasebesine bırakıyorum.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir