Görüşler

Selim Han Yeniacun yazdı: BRICS ülkeleri ile müttefiklik senaryoları

Selim Han Yeniacun yazdı: BRICS ülkeleri ile müttefiklik senaryoları

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Güney Afrika’daki BRICS Zirvesi’nde verdiği mesajlar, yeni dönemin küresel politik hatları konusunda da önemli bir gösterge oluyor. Kudüs İbrani Üniversitesi İsrail Çalışmaları bölümünde yüksek öğretimini tamamlayan ve Şangay Üniversitesi Küresel Yönetişim Araştırma Merkezi’nde Araştırma Görevlisi olan Selim Han Yeniacun, Türkiye’nin küresel yönetişim stratejilerini değerlendiriyor.

ABD’nin, tabiri caizse, pek çok uluslararası meselede “küstüm oynamıyorum” şeklinde dillendirdiği içe kapanma politikaları dünya üzerindeki itibarını zedelemiş durumda. Önce Çin, Rusya ve İran eksenininden Avrasya-Uzakdoğu hattına müdahale etmeye çalışan Amerikan yönetimi ardından ticaret savaşları ile de Avrupa’nın dengesini sarstı. Bu sarsıntıyı hızlı bir şekilde telafi ve Amerikan iç siyasetini de rahatlamak için Vaşington görüşmelerini başlatan ABD başkanı Donald Trump, ABD’nin yaklaşan yeni düzenin dışında kalmaması için agresif stratejileri de devreye sokmuş görünüyor. Zira ABD’nin Ortadoğu’daki petrol zengini müttefikleri Avrupa pazarına enerji ihracatının getirebileceği sıkıntıları ve İran-Rus pazarının Avrupa için tek alternatif olma yönündeki ihtimallere dahi tahammül edemeyecek durumdalar. ABD’nin küresel jandarmalık rolünü daha fazla ikame edemeyeceği ortadayken aynı zamanda dünya siyasetinde başat pozisyonunu kaybetmemenin telaşı içerisinde. Ne var ki dönem, ne Avrupa’nın büyük savaşlarda yıprandığı ne Rusya’nın ekonomik bir dağılma sürecine girdiği ne de Çin’in Fransa, İngiltere, Portekiz ve Japonya tarafından parça parça kolonileştirildiği bir dönem. Bunlara ilaveten İran’ın ekonomik baskıların en şiddetlisine rağmen ayakta kaldığı, Türkiye’nin ABD destekli darbelerle yıkılmadığı ve yine ABD destekli terör gruplarını sınırlarının çok ötesine sürdüğü bir dönem.

Pek çok analist uluslararası düzeni üstü kapalı olarak yeni bir soğuk savaşın eşiğinde olduğu yönünde okumakla beraber, bu değerlendirmede ise göz ardı edilen pek çok parametre bulunmakta. Aslında işin aslını kapitalizmle beraber ABD’nin her ülkeye ihraç etmeye çalıştığı kültür emperyalizmi ve yine ekonomik işbirliği sayesinde bir nevi “öz değer muhafazası” ile yükselen karşı bağımsızlar şeklinde yorumlamak daha doğru olacaktır. Denklemin bir tarafında küresel egemenliği temsil eden bir güç dururken diğer tarafında, bir nevi modern yeni çağı temsil eden ekonomide işbirliği, devlet içi ve dış politikalarda tam bağımsızlığı arzulayan güçler ittifakı bulunmakta. Çoğu zaman NATO vs Şangay İşbirliği Teşkilatı olarak dillendirilen bu rekabet aslında tam anlamıyla ABD vs BRICS+ (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika ve bu yeni tarz küresel yönetişime entegre olmaya müsait/istekli ülkeler) arasında bir güçler dengesini teşkil etmektedir. 2010’ların başında yeni bir uluslararası aktör olarak ortaya çıkan ve ekonomik işbirliğinin geliştirilmesinden “eşit güçler” arasında politik-dayanışma ve ulus-üstü siyasetinin tesisine kadar uzanan bu yapı yeni dünya düzeninde en kritik rolü oynayacağa benziyor. Twitter diplomasisi ile hem itibarını hem de güvenilirliğini büyük ölçüde kaybeden ABD dış politikası  tevafuk mudur yoksa mazlum ahı mıdır siz karar verin tabiri caizse, “dünya 5’ten büyüktür” sözünün ağırlığı altında ezileceğe benziyor. Tabi ki hali hazırdaki ABD askeri gücünün dünya coğrafyasındaki mevzilenmesi, bu süper gücün sahip olduğu ekonomik caydırıcılık ve dahi Avrupa kıtasında halen elle tutulur müttefik sayısı göz ardı edilemez. Bununla birlikte de yanlış hesapların Bağdat’tan dönme kotası dolmuş durumda. Ortadoğu’yu ele alacak olursak dostlarını Mısır, İsrail, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri hattına kadar indiren; Asya-Pasifik’teki istikrarsız Kuzey Kore politikaları ile Japonya ve Güney Kore gibi tam hegemonyası altındaki ülkeleri bile tedirgin eden ABD’nin başı orta vadede daha çok ağrıyacağa benziyor.

Öte yandan, dünya coğrafyasının 1/4’ünden büyük, dünya üzerindeki mal ve hizmetlerin üretiminin yüzde 20’sinden fazlasını karşılayan BRICS ülkelerinin işbirliği diğer ekonomi tabanlı örgütlerin işlevinden daha belirgin konuma yükselmekte. Buna ek olarak, BRICS’i boydan boya geçecek ve dahası “+” diye tabir ettiğimiz diğer ülkeleri bu işbirliğine daha da kenetleyecek olan “Tek Yol Tek Kuşak” projesi ise bu ekonomik işbirliğine siyasal anlamda da zirve yaptıracak, yeni bir küresel yönetişim sistemine dönüştürecektir. Daha detaylı bir analiz ile Çin’den başlayıp kuzeyde Türkistan’ı güneyde Hint denizini kara ve deniz rotaları ile geçen yeni ipek yolu, Afrika ve Avrupa pazarına Akdeniz vasıtası ile bağlanarak Birleşik Krallıkta son bulmaktadır. Alfred Mahan’ın “deniz hakimiyeti teorisi” ile paralel olarak açıklanabilecek şekilde kendi küresel imparatorluğunu tesis eden ABD MacKinder’in 20.yüzyılın ortalarına doğru demode olan “kara hakimiyeti teorisinin” tekrar canlandırılmasıyla bu küresel imparatorluk rolünden feragat edeceğe benziyor.

Türkiye’deki ekonomik büyümenin artarak sürdürülmesi ve tek taraflı dominasyondan kurtulması mevcut hükümetin öncelikli hedefi durumunda. 2023 ve 2053 gibi uzun vadeli siyasi ülkülerin en tepesinde yer alan “dünyanın en büyük ilk on ekonomisi” arasına girmek ise bu nazarda bizler için , her zaman olduğundan daha fazla, önem arz etmektedir. 2010’lu yıllarda BRICS ülkelerinin yükselişine paralel olarak Türkiye’nin hem ekonomide hem de kamu diplomasisinde gerçekleştirmiş olduğu yakın/uzak coğrafyalara yönelik atılımların da dikkatle okunması gerekmektedir. Afrika açılımı ise bu atılımlar çerçevesinde incelenecek hususların başında geliyor. Hem Güney Afrika’nın BRICS ittifakı içerisindeki pozisyonu hem de Yeni İpek Yolu projesinin varış noktalarından biri olması hasebiyle Afrika kıtası hem pazar hem de enerji ihracatı açısından altın değerinde. 24 Haziran seçimleri sonrası Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlık kutlama törenine iştirak eden ülkelerin Afrika kıtası ağırlıklı olması, Sayın başkanın ise Azerbaycan ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ziyaretlerinin ardından gerçekleştirdiği ilk yabancı ülke gezilerinin Afrika kıtasına yapılmış olması ise başlı başına yeni ekonomik yatırımların odak noktasını bizlere göstermektedir. TİKA, YEE, Maarif Vakfı gibi kamu tüzel ve özel vakıf müteşebbislikleri ile kamu diplomasisi ayağının on yılı aşkın süredir yürütüldüğü Afrika ülkeleri, yeni küresel düzenin ilkeleri ışığında “eşit ve ortak paydaş” çerçevesinde ele alınmakta. Eh, Afrika’nın yüzyıllardır sömürgecilik anlayışı çerçevesinde tahrip edilmesinin ardından yapılan yeni atılımların da “kazan kazan” prensibi çerçevesinde inşa edildiği de gözlerden kaçmaması gereken en önemli gerçek.

18-08/08/screenshot_3.jpg

Son günlerde yaşanan böylesi mühim küresel gelişmelerin yanı sıra, Türkiye’nin odak noktasında yer aldığı ve ABD ile doğrudan krize yol açacak gelişmeler ise bir diğer alternatif küresel yönetişim arayışının gerekliliğini gözler önüne sermektedir. Tıpkı, Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasındaki on yıllık dönemde olduğu gibi ABD yönetiminde her geçen gün Evanjelik damar daha da kabarmaktadır. Bu teo-politik çıkmazın ise İsrail’e verilen koşulsuz şartsız destek ile de başladığı hepimizin malumudur. Protestan yayılmacılığın kendi ifadeleri ile “dünyayı terbiye etmeye” meyilli bir anlayışın 2020’lerin dünyasında ve uluslararası sistemde kabul görmesi imkansızdır. Zira, ABD’nin tutarsız politikaları neticesinde hem kendi ekonomik çıkarlarlarını korumayı hem de dini bir senaryonun gereği olan bölgesel şekillenmeyi dikte edecek bir kapasite dış politika erklerinde kalmamıştır.

Osmanlı Devleti’nde 1820’lerden itibaren misyonerlik faaliyetleri yürüten Amerikalı Protestanlar yıllar içerisinde değişim ve dönüşüme maruz kalsalar da hali hazırdaki kiliselerde gerçekleştirilen faaliyetler büyük bir muamma konusudur. İş bu faaliyetlerin en kilit noktasındaki bir rahibin başından geçen hukuki süreç hakkında, ABD başkanı ve yardımcısı tweet atacak seviyede bir politika yürütüyorsa bu ülkenin bir küresel idareci olunması mümkün görünmemektedir. Kendi iç hukukunu Rıza Zarrab davası ile Türkiye’ye karşı kullanan ABD, bu sefer Türkiye’nin iç hukukunu rahip Brunson davası ile yine Türkiye’ye karşı kullanmaktan çekinmemektedir. Peki dünden bu güne ne değişmiştir? Türkiye her şeye evet diyen bir “Yes Man” olmaktan çıkmıştır. Darbe girişiminden S-400’lere, Suriye’nin Kuzeyinden Kuzey Irak Referandumuna, Kürdistan enerji koridoru yerine aktif işleyen TANAP enerji koridorundan, Rusya/Japonya/Fransa/Çin ile görüşülen nükleer santral anlaşmalarına kadar pek çok noktada kendi bayrağının gölgesinde hür kararlar veren bir ülke konumda olan Türkiye, eminim ki Vaşington’daki pek çok Hristiyan-Siyonist karar merciini de rahatsız etmektedir. ABD yönetiminin ülkeyi soktuğu müşkil istikamete rağmen Amerikan toplumu ve akil zümre bu yeni trend dış politikalara tamamıyla uyum sağlamış değillerdir. Geçtiğimiz hafta ABD’nin en prestijli yayın organlarından NY Times gazetesinde ABD’nin en prestijli siyaset bilimi hocalarının vermiş olduğu “mevcut düzeni ver uluslararası kurumları korumalıyız” şeklindeki protesto bildirisi bizlere göstermektedir ki; Beyaz Saray’ın uluslararası düzen hakkında almış olduğu kararlar pek ABD kamuoyu tarafından da hedef tahtasına konulmuş durumdadır. Hal böyle iken müttefiklik(?) ilişkimiz bulunan ABD’nin iç egemenliğimize yönelik yaptırım tehditlerine dış politika karar mercilerimizin yeni açılımlarla cevap verecekleri aşikardır. Türkiye iç ve dış politikada tam bağımsız bir ülke olarak kalmak için her türlü yolu tatbik edecekken acaba ABD, Ortadoğu’nun Kuzey hattını ve Orta Asya yolunu tıkayacak dış politika hataları yapmaya devam edecek midir?

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir