Görüşler

Suriye Cehennemi: Kimyasal Katliamdan Nereye?

Suriye Cehennemi: Kimyasal Katliamdan Nereye?

Doç. Dr. Mehmet Akif Okur, İdlib’teki katliamı ve ardından gelen ABD müdahalesini yorumladı.

DOÇ. DR. MEHMET AKİF OKUR

İnsanlığın hafızasının asırlar üzerinden işleyen mantığıyla şimdiki zamanın idrakimizi kuşatan “kaydadeğer” şeyler listesi arasında muazzam farklılıklar var. İlki, yaşanan büyük acıları ve yıkımları hatırlıyor, cansız çocuk bedenleri üzerinden atılan zafer naralarını ise lanetliyor. İkincisi, düşenler için göz yaşı dökmeye fırsat bırakmayan bir süratle dikkatlerimizi muharebe meydanının büyük-küçük aktörlerine, durmadan değişen dengelerine kilitliyor. Yaşadığımız çağın yolcuları sıfatıyla güzergahımızı tespit ederken vicdan ve akıl terazimizin kefelerinde her ikisine de yer açmak durumundayız.

Tarihin büyük defterinin nazarında Han Şeyhun katliamı, coğrafyamızdaki aslî unsurların topluca kaybedenler arasına yazıldıkları Suriye faciasının son vahşi halkası. Son, ancak maalesef nihaî değil. Zira Suriye, kendi iç dinamikleri ve bölgesel güçler arasındaki rekabetin ötesinde, yeni bir yeryüzü yangını korkusunu uyandıran küresel gerilim hattıyla da temas halinde. Bu sebeple Suriye cehenneminin alevleri, uzak başkentlerdeki iktidar hesapları yahut büyük güçler arasındaki jeopolitik pazarlıklar yüzünden kopan fırtınalarla zaman zaman yön değiştiriyor. Rüzgarın her dönüşü, bugüne ve yakın geleceğe dair küçük sorular defterini de yeni baştan dolduruyor. Geçtiğimiz hafta şahit olduğumuz gibi...

Silahların hepsi teslim edilmedi

Küçük defterdeki sorular yumağını incelemeye İdlib’deki kimyasal katliamla başlamalı. Daha ilk günden Esed rejiminin makul şüpheli olduğunu reddedenler, iddialarını bir akıl yürütmeye dayandırdılar. Somut verilerin kolayca değersizleştirilebildiği “hakikat sonrası/post truth” dönemin ruhuna uygun bir tavır. Şöyle söylüyorlar: “Esed, askeri ve diplomatik üstünlüğü ele geçirmişken kendisine çok zarar verip pek az şey kazandıracak böyle bir saldırıyı niçin düzenlesin?”

Cevap, soru cümlesindeki varsayımların yanlışlığında gizli. 2013’ten bu tarafa yaşananlar Esed’e, kimyasal katliamın kendisine hiç zarar vermeyip savaşın başından itibaren takip ettiği stratejiyi destekleyecek sonuçlar doğuracağını düşündürtmüş olmalı. Hatırlanacağı üzere, Guta’daki katliam cezasız kalmış, üstelik Esed’e hiçbir şart altında ABD’nin doğrudan askeri müdahalesiyle karşılaşmayacağını göstermişti. Bu özgüvenle Rejim, BM Güvenlik Konseyi’nin 27 Eylül 2013’te aldığı 2118 sayılı kararın gereklerini de layıkıyla yerine getirmedi. Söz konusu kararın 21. paragrafında, Suriye’deki kimyasal silahların tamamen teslim edilmemesi ve yeniden kullanılması hallerinde, BM Anlaşması’nın askeri müdahaleler dahil yaptırımları düzenleyen VII. Bölümü’ndeki hükümlerin uygulanacağı söyleniyordu. Ancak bu ihtarı takip edecek irade ortada yoktu. Nitekim, Esed’in kimyasal silahlarının bir bölümünü teslim etmeyişi, “bilinen sır” olarak kabullenildi. Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü ve Birleşmiş Milletler’in Müşterek Araştırma Mekanizması tarafından 2016 Ağustos’unda BM Güvenlik Konseyi’ne sunulan rapor, 2014 ve 2015’te Esed kuvvetlerinin klorin gazı ile sivil yerleşim bölgelerine saldırılar düzenlediğini tescil etti. Ardından yine beklenen oldu ve kimsenin kılı kıpırdamadı.

Bu arada, yalnızca kimyasal silahlara odaklanan tartışma bir başka meselenin üzerini örttü. Suriye savaşında hayatını kaybeden yüzbinlerce sivil, konvansiyonel silahlarla öldürüldü. Uluslararası toplum, kimyasal silahlar dışındaki yöntemlerle katledilenlerin hesabını sormayarak yaşanan bu büyük faciayı normalleştirdi. Trump yönetiminin Esed’in iktidarını sürdürmesine razı olacağını alenen ilan edişi, Şam’daki son kaygı kırıntılarını sildi. Birkaç gün sonra da İdlib’te katliam yaşandı.

Katliam inkarcılığı için kullanılan sorunun ikinci kısmına gelince, kimyasal silahlarla gerçekleştirdiği saldırılar Esed yönetimine “az şey kazandırmıyor”, Suriye savaşının başından itibaren uyguladığı stratejiye hizmet ediyor. Bu strateji, yalnızca silahlı grupların yok edilmesini değil, düşman sayılan sivil nüfusun da göçe zorlanarak tasfiyesini hedefliyor. Zira tehcirin, hem ülke içinde Rejim’e karşı savaşan gruplara katılabileceklerin sayısını azaltacağı hem de muhalifleri destekleyen devletleri yorarak Suriye’de statükoyu koruyacak bir çözüme razı edeceği düşünülüyor. Kimyasal vahşetin psikolojik etkisi de burada devreye giriyor. Tarifsiz acılarla öldürülme korkusu, aileleri eli silah tutan mensuplarıyla birlikte vatanlarını terke zorluyor. Bu yüzden, Suriye savaşı uzadıkça cepheye sürecek insan kaynağı kuruyan Esed yönetiminin, kimyasal silahların psikolojik ve fiili etkilerinden yeniden yararlanmak istemesi akla uzak gelen bir ihtimal değil.

ABD neden tavır değiştirdi?

Küçük defterimizdeki sorular silsilesinin ikinci kısmı, ABD’deki ani tavır değişikliğinin sebepleriyle ilgili. Trump yönetimi niçin Suriye’de Esed’i düşürmeyi amaçlayan bir siyaset izlemeyeceğini açıkça ilan etmişken, savaşın başından bu yana ABD’nin Rejim’e yönelik ilk doğrudan askeri müdahalesine imza attı? Cevabın ana gövdesini, Washington’daki iktidar kavgaları ve bunların küresel tezahürlerinde aramak gerekiyor. Suriye’deki sınırlı operasyon, Rusya ile ilişkileri üzerinden sıkıştırılan Trump’a Putin’le tüm köprüleri atmaya gerek kalmadan muhaliflerini susturabileceği cazip bir hamle gibi gözüktü. Obama, 2013’teki kimyasal katliamın ardından Rusya’yla işbirliği yapmayı tercih ettiği halde “Rusçulukla” suçlanmamıştı. Gerçekleştirilecek sınırlı müdahale, Amerikan kamuoyunun iki somut durumu karşılaştırmasını sağlayacaktı. Üstelik bu mesajı, Moskova’yı tamamen kaybetmeden vermek de mümkündü. Operasyondan önce Rusya’nın haberdar edilişini ve yeni saldırı dalgaları beklenmemesinin özellikle vurgulanışını not etmek lazım. Trump, Rusya’nın sınırlarının uzağındaki bir müttefikine dar kapsamlı müdahalede bulunarak başkanlığını sürdürebilmesi için ihtiyaç duyduğu toplumsal desteği korumayı hedefledi. Bu desteğin, kendisiyle masaya oturulabilmesi için gerekli olduğunu bilen Putin de Rusya’nın operasyona tepkisini sınırlamış gözüküyor.

Bu noktada, Washington’daki iktidar kavgaları hızlandıkça Beyaz Saray’daki etkinliği artan İsrail’i de resme dahil etmeliyiz. Netanyahu yönetimi, İran ve müttefiklerinin Suriye’de kalıcı olmamaları için gelişmelere müdahale zamanının geldiğini düşünüyor. Bu talebini Moskova ziyaretinde doğrudan Putin’e ileten Netanyahu’nun tam olarak nasıl bir cevap aldığı meçhul. Ancak, Trump’ın İsrail’e vaatleri biliniyor: Nükleer anlaşma gibi Obama politikalarının ters çevirilerek İran’ın Orta Doğu’da kuvvetlenen nüfuzunu sınırlayıcı adımların atılması. İsrail’in kimyasal katliamdan hemen sonra yaptığı “müdahale” çağrısını bu çerçeve içinden yorumlamak ve Trump’ın kararı üzerinde etkili olduğunu söylemek mümkün. ABD’nin Suriye’deki hamlelerinin zamanla Rusya ve İran’ın arasını açması, İran ve müttefiklerinin Suriye-Irak hattında Amerikan unsurlarına saldırmaları ve artan gerilimin daha geniş bir ABD müdahalesini tetiklemesi gibi senaryolar, bu vaatleri hakikate dönüştürecek yolu açabilir. Suriye’de Rusya, “devletin ayakta tutulmasını” önemli çıkarı olarak görüyor. Bunu, Esedsiz de başarmak mümkün. İran ise Esed’in iktidarını koruyacağı “tam zafer” idealine kilitlenmiş durumda. Eğer ABD, uygun bir askeri/diplomatik bileşimi devreye sokar, Suriye’yi Rusya ile muhtemel büyük pazarlığının sac ayaklarından biri haline getirirse söz konusu çatlakları büyütebilir. Bu doğrultuda atılmış güçlü adımlar ise henüz ortada gözükmüyor. Şu anda, farklı yönlere doğru evrilme ihtimali olan bir noktadayız. Seçim kampanyası boyunca Orta Doğu’daki Amerikan müdahalelerini gereksiz bularak eleştiren ve DAEŞ’le mücadeleyi vurgulayan Trump, tekrar eski pozisyonuna dönebilir. Ankara ve Körfez ülkelerinin talep ettiği “güvenli bölgeleri” Ürdün ve Türkiye sınırlarında gündeme getirebilir. Yahut, sahadaki Amerikan unsurlarını hedef alacak beklenmedik saldırılar vb. etkisiyle “misyonunu genişletebilir”.

Çok faktörlü bir belirsizlik bulutu

Türkiye, diplomatik ve askeri pozisyonunu ayarlarken Suriye meselesiyle doğrudan ilgisi bulunmayan pek çok faktörün de bu belirsizliği besleyeceğini hesaba katmak durumunda. Geçtiğimiz dönemde, Rusya-ABD ilişkilerindeki krizlerin beklenmedik işbirliği modelleriyle aşıldığını ya da dondurulduğunu gördük. Trump’ın operasyon kararı, her biri kendi bünyesinde değişkenlere sahip iç ve dış politika alanlarını bütünleştiren çok düzeyli oyun mantığına dayanıyor. İç politikadaki dengeler, Trump’ın “Rusya ile yakınlaşma için gerilim” pozisyonu lehinde mi yoksa güvenlik bürokrasisi, Kongre ve medyadan destek bulan “hasım/rakip Rusya” yaklaşımı doğrultusunda mı istikrar kazanacak? Benzer soruyu, İsrail 
faktörü üzerinden İran meselesi için de tekrarlamak lazım. İktidarını koruma kaygısı taşıyan Trump’ın halihazırdaki vaziyeti, dış politikaya iç dengeleri önceleyerek bakmasını gerekli kılıyor.

Çok düzeyli oyunun muharebe alanındaki yansımaları da önemli olacak. Amerikan güvenlik bürokrasisinin Suriye’deki operasyonları yönetme biçimi, Rusya ile gerilimi düşürecek mi, arttıracak mı? Esed-İran ve Rusya’nın çatışma coğrafyasındaki yeni tutumları nasıl şekillenecek? Suriye hava sahasının kullanımı vb. ile ilgili çıkabilecek sürtüşmeler, Rakka operasyonunu nasıl etkileyecek? DAEŞ merkezli, Rusya ile de işbirliğini öngören bir strateji yerine, tesir sahası kısıtlanan DAEŞ’in imhasını erteleyerek İran odaklı yeni bir Orta Doğu stratejisini savunan kesimler sahadaki gelişmelere etki edebilecek mi? Brexit sonrası Orta Doğu’ya ilgisini arttıran İngiltere’yi ve bölgedeki profilini daha önce görülmemiş düzeyde yükseltebilecek başka aktörleri de bu karmaşık resme dahil etmemiz gerekebilir. Görüldüğü üzere, belirsizlik bulutunu besleyen kaynaklar ve ihtimaller hayli çeşitli.

Ankara, ABD’nin yalnızca DAEŞ odaklı bir yaklaşımdan Esed ve müttefiklerini yeniden hedef alan bir politikaya döndükçe kendi ağırlığının da artacağını düşünüyor. Amerikan operasyonunun geleceğe ilişkin beklentiler üzerinde meydana getirdiği değişimin, Suriye müzakerelerinde masayı dengelemesi bekleniyor. Ancak, yeni durumun PYD/YPG’nin geleceğini nasıl etkileyeceği sorusu henüz bilinmezliğini koruyor. Türkiye kendi cevabını, Irak’tan Suriye’ye uzanan cephe hattında fiili müdahalelerle örgütü sarsıp askeri yeteneklerini törpüleyerek inşa edeceğini değişik vesilelerle duyuruyor. El Şayrat saldırısıyla içine girdiğimiz konjonktür, diplomatik şartları Türk ordusunun operasyonları için daha elverişli hale getirecek mi? Bu doğrultudaki beklentilerin sınanacağı günlere doğru ilerlediğimizi söyleyerek “küçük defterimizi” şimdilik kapatalım. Son sözü, tarihin “büyük defterine” bırakalım.

Asırların bilgeliğini saklayan cildin kapağı açtığımızda, bizi iki ciddi uyarı karşılıyor. Bunlardan ilki, Suriye’dekine benzer rejimlerin çöküş aşamasına geldiklerinde ellerindeki kitle imha silahlarını kullanarak yıkımla intiharı seçme ihtimalleri. Henüz bu senaryonun çok uzağındayız. Ancak, Suriye’de zamanın farklı yönlere doğru hızla akabileceği bir kavşakta olduğumuz da gerçek. İkincisi ise, Suriye savaşı tarzındaki, bölgesel ve büyük güçlerden oluşan ittifakları uzun süre karşı karşıya getiren krizlerin, dünya sisteminin başka alanlarında biriken gerilimleri de çatışmaya doğru tetikleme potansiyelleri. İnsanlığın hafızası, her biri kendisi için rasyonel saydığı çıkarların peşinden koşan irili ufaklı aktörlerin beraberce nasıl büyük cehennemler üretebildiklerine dair acı anılarla dolu. Şu dönemde bilhassa devlet adamlarının akılda tutmaları gereken hazin hatıralarla...

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir