Görüşler

Nurşin Ateşoğlu yazdı: Türkiye - ABD hattında fırtına dindi mi?

Nurşin Ateşoğlu yazdı: Türkiye - ABD hattında fırtına dindi mi?

Yıldız Tekniz Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu, 15 Temmuz ve Fırat Kalkanı Operasyonu bağlamında Türkiye-ABD ilişkilerinin geldiği noktayı kaleme aldı.

NURŞİN ATEŞOĞLU

Türk-Amerikan ilişkileri uzun süredir birçok nedenden ötürü ciddi tıkanıklık yaşamaktaydı. Ancak Ankara ile Washington’u doğrudan karşı karşıya getiren son ciddi hadise, 15 Temmuz 2016 tarihli başarısız darbe girişiminin arkasında Fetullah Gülen Terör Örgütü’nün (FETÖ) olduğunun teşhis edilmesiyle birlikte meydana geldi. Ankara, ABD-Pennsylvania’da ikametgâh eden örgüt elebaşısının, Suçluların İadesi Anlaşması kapsamında Türkiye’ye iade edilmesini talep edince konu Washington ile Ankara ilişkilerinin, en hafif deyimle tatsızlaşmasına neden oldu. Aslında ABD’nin başarısız darbe girişimi karşısındaki tavrı Türkiye’de hem siyasi çevrelerde hem de kamuoyunda ciddi bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Hepimizin bildiği o yakın tarih şeceresine dönecek olursak; darbe gecesi Washington darbeyi kınamakta 2.5 saat kadar gecikmiş, stratejik müttefiki olan Ankara’yı destekleme ziyaretinde bulunmak için yaklaşık bir ay beklemişti. Darbe teşebbüsünün gerçekleştiği gece, ABD yetkililerinin Türk demokrasini destekleyici ifadeler yerine, ülkenin istikrarının ve düzenin korunması gerektiği yönünde ifadeler kullanmış olmaları unutulmuş değil. Tüm bunlara rağmen Biden’ın ziyaretinde takındığı tutum ve benimsediği söylemden anlıyoruz ki, 15 Temmuz’da gerçekleştirilen darbe girişimine karşı halkın demokrasiye kuvvetle sahip çıkması ve bu kararlılığının benzer şekilde hükümet ve muhalefet partileri tarafından da desteklenmiş olması - ve en önemlisi FETÖ ile mücadelede Türkiye Parlamentosu’nun hükümete yeşil ışık yakmış olması- Washington nezdinde not edilmiş. Bu durumda soru şu; reel politik karşısında retoriğini ayarlamakta ustalaşmış Washington politikası, özgürlük ve demokrasi gibi değerlerin korunmasının söz konusu olduğu bir durumda, üstelik müttefikinin anayasal düzeni tehlike altındayken neden felç geçirdi? Bu soruya cevap verebilmek için Ankara ve Washington’un Suriye’de nerede durduğuna bakmak gerekir.

***

Geçtiğimiz altı sene içinde Suriye krizi, iç savaş sularına doğru evrilirken, yani giderek daha kanlı ve tehlikeli hale gelirken, ABD ve Türkiye arasında ciddi görüş farklılıkları da ortaya çıktı.  Ankara’nın yaşadığı en önemli hayal kırıklığı, ABD’nin Türkiye’nin yaşadığı Suriye odaklı sert ve yumuşak güvenlik sorunları karşısında duyarsız kalmış olmasıydı. Duyarsızlığın doruk noktası Suriye’nin kuzeyinde Washington destekli bir PYD koridorunun oluşmak üzere olmasıydı ki bu koridorun Ankara’nın kırmızı çizgisi olduğu bizzat Washington tarafından bilinmekteydi. İki müttefik ülke, Suriye’deki DAİŞ varlığı ile nasıl mücadele edilmesi gerektiği konusunda da anlaşamıyorlardı. Aslında 2013’ten itibaren Türkiye bu mücadeleye nasıl katkıda bulunabileceğiyle ilgili alternatif planları ABD’ye sunuyor ve Amerika’nın benimsiyor göründüğü mücadele yönteminin etkili olmakta yetersiz kalacağını vurguluyordu. Bu planlar arasında öne çıkan Türkiye’nin desteklediği ılımlı muhalif güçlerin kullanılarak Suriye’nin kuzeyinde DAİŞ’ten arındırılmış ‘‘güvenli bir bölge’’ oluşturulmasıydı. Ankara, böyle bir bölgenin hem DAİŞ ile mücadelede etkili olacağını, hem Türkiye’nin sınır güvenliği sorununu çözebileceğini, hem de Suriye kaynaklı Avrupa’daki DAİŞ tehdidini önemli ölçüde azaltacağını vurguluyordu. Ama maalesef Washington’u Fırat Kalkanı Operasyonu’na kadar geçen süre zarfında, yani yaklaşık üç yıl boyunca, Azez ile Cerablus arasında ‘‘güvenli bir bölge’’ kurulması konusunda ikna etmek mümkün olmadı. Suriye’deki mücadele derinleşti, taraflar arasında tarafların birbirini sahadan silemediği bir yıpratma harbine dönüştü ki bu harp içerisinde Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) Washington’dan gerekli desteği alamadı. Bu süre zarfında Washington DAİŞ ile mücadelede savaş alanında başarılı yegâne unsurun YPG olduğu argümanını ileri sürüp durdu. Bu argüman pek çok açıdan eleştirilebilirse de sadece “PYD’nin PKK’nın Suriye’deki kolu olduğunu ve bir müttefik olarak Türkiye’nin istikrar, düzen ve güvenliğini tehdit ettiğini” belirtelim. Nitekim Washington’un Suriye politikalarında PYD’yi desteklemesinden cesaret bulan PKK bu özgüvenle Türkiye’de “şehir savaşlarını” başlattı. Türkiye’nin içerisinden geçtiği bu zorlu terör sarmalının Suriye odaklı olduğunu tespit etmek her açıdan çok önemli, çünkü amaçlanan şehir savaşları ve terör saldırılarıyla Ankara’nın meşgul edilmesi sağlanarak Türkiye’nin Suriye’nin geleceğinde etkili bir aktör olmasının önüne geçilmeye çalışıldı. PKK’nın başlattığı saldırı mekanizması, aslında bu büyük resimde, Batı’nın desteklediği parçalı bir Suriye ve Orta Doğu dizaynı oluşturma planının bir parçasıydı. Parçalanmış Orta Doğu planına direnecek kapasitesi olan tüm güçlerin ve hâliyle de Türkiye’nin zayıflatılacağı bu stratejide nihai hedef, Türkiye’nin Suriyelileşmesiydi. Her gün daha çok Arap’ın, Kürt’ün, Türkmen’in öldüğü Suriyelileşme… Siyasi bilinci geçelim, sağduyulu kimsenin destekleyemeyeceği bu plan Türkiyeli Kürt vatandaşların PKK’ya, PKK’nın istediği desteği vermemesi ve Türk Silahlı Kuvvetleri ve güvenlik güçlerinin şehirler savaşında vermiş oldukları kararlı mücadele neticesinde başarısız kılındı. Ancak bu yorucu dönemin Türkiye-ABD ilişkileri açısından bir mirası da oldu. Amerika, şehir savaşları ve terör saldırıları karşısında mücadele veren Türkiye’yi yine yalnız bırakmıştı. Türk halkı nezdinde Washington’ın inandırıcılığı ciddi yara aldı ve bu durum Türkiye’deki anti-Amerikancı duyguların hızla artmasına neden oldu.

Anti-Amerikanizm’in nedenlerini doğru okuyamamak eski bir Washington geleneğidir. Türkiye’nin potansiyel gücü konusunda bu kadar endişelenirken, Türk halkının demokrasi ve “vatanın” bekasını korumak söz konusu olduğunda ne kadar ciddi olabileceğinin hesap edilememesini de bu eski geleneğe verelim. Ancak 15 Temmuz sonrası bir reel politik durum söz konusuydu ve ABD yönetiminin 15 Temmuz gecesi Türk halkının sokaklara inerek darbe teşebbüsünü başarısız kılmasının ardından müttefiki Türkiye hakkında yeni bir değerlendirme yapması bir zorunluluktu. Bu zorunluluğu Washington’a hatırlatan başka gelişmeler de oldu. 65. Hükümet’in son bir ay içerisinde devreye soktuğu özellikle İran, Rusya Federasyonu ve İsrail gibi ülkelerle ikili ilişkileri normalleştirmeyi amaçlayan yeni çok boyutlu dış politikası, Washington’ın Ankara’nın Cerablus operasyonuna onay vermesini zorunlu kılan en önemli etkenlerden biriydi. 15 Temmuz hem gerçek hem de sembolik bir dönüm noktası oldu. Yeniden normalleştirilen ilişkiler 15 Temmuz mücadelesine bu ülkelerden gelen destek mesajlarıyla taçlandı. İşin özü reel politik çıkarlar da olsa, demokrasi mücadelesinde bütünleşmiş ve bu bütünleşme ile güçlü çıkmış, komşularıyla ve bölgeyle ilişkilerini bu paradigma üzerinden tanımlamış özgüvenli bir Türkiye resmi uluslararası kamuoyuna gerekli mesajları veriyor. Bu mesajların Washington tarafından da alındığı anlaşılıyor ki Obama yönetiminin ikinci adamı Joe Biden’ı Ankara’ya gönül almak üzere yollama kararı alınmıştır. ABD Başkan Yardımcısı Biden’ın son Ankara ziyaretinde ‘’keşke erken gelseydim”, “ABD olarak Türk halkının yanındayız”, “Türkiye’nin en önemli dostu ABD’dir’’ mealinde ifadeler kullanması, Amerika’nın Türkiye ile ilişkilerini normalleştirmeye çalıştığının bir göstergesi. Bu bakımdan Biden’ın desteğin gecikmesinden dolayı üzgün olduğunu belirten, özür dileyen diplomatik tutumu Washington’ın etkili bir kamu diplomasisi uygulamakta kararlı olmasından kaynaklanmıştır. ABD bu diplomatik hamle ile, yani tüm söylem ve eylemleriyle bu Biden resmini çizerek, bir yandan Ankara ve Washington arasındaki FETÖ uyuşmazlığı konusunu zamana yaymak, diğer yandan Türkiye halkı nezdinde güçlenen olumsuz Amerikan algısını Biden’ın kullandığı olumlu ifadelerle onarmak istiyor.

***

Güven tazelemek kolay değil, yine de ABD’nin, Cerablus’un DAİŞ’ten temizlenmesini hedefleyen Fırat Kalkanı Operasyonu’nu övmesi ve PYD/YPG’nin Fırat’ın doğusuna geçeceğini açıkça ifade etmesini yabana atmamak gerek.  Şüpheciler şunu iddia ediyorlar: Aslında Washington, Suriye odaklı stratejisinde DAiŞ ile mücadeleye vermiş olduğu öncelik nedeniyle Ankara’nın operasyonunu desteklemekte bir sakınca bulmamıştır. Ki şüpheciler bu noktada haklı, ABD 2013’ten itibaren Suriye’deki trajediyi sadece DAİŞ ile mücadele gözlüklerinden gördü.  Bununla beraber Washington önemli bir retorik değişikliğine giderek PYD’nin Fırat doğusuna çekilmemesi halinde Suriye’deki mücadelede Kürt unsurları desteklemeyeceğini ilk kez kamuoyunda açık biçimde dillendirmiştir. Daha açık ifade edelim, ABD yönetimi söylem olarak Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyindeki kırmızı çizgisini tanıdığını ilk kez dile getirmiş oldu. Bu söylemsel değişimi alandaki başka bir gerçeklikle birleştireceğimiz günlerin gelip gelmeyeceğine bakacağız. Bu gerçeklik de çok ama çok önemli: Türkiye destekli Fırat Kalkanı Operasyonu gösterdi ki imkân tanınması ve gerekli destek verilmesi halinde DAİŞ ile mücadelede ÖSO gayet başarılı olabiliyor yani artık PYD’nin iyi bir alternatifi var. 

İşin pembe yanından gri yanına doğru kayarsak, Joe Biden’ın bu gönül alma ziyaretinde hissedildi ki Washington’un, iki ülke arasında ciddi bir kırılma noktası oluşturan Gülen’in iade meselesine yaklaşımı değişmiş değil; ABD hala hukuki bir kılıf göstermek suretiyle bu konuyu mümkün olduğu kadar zamana yayma kararlılığında görünüyor. Ancak Washington bu yaklaşımının Türkiye ile ilişkilerde ne tür bir zarara yol açacağının da farkında olarak Biden’ın Türkiye ziyaretini planlamış. Washington’daki kimi çevrelerin dillendirdiği gibi Biden çantasında PYD konusunda bir sözle gelmiş görünüyor. Bu yeni durumda ABD ile Türkiye arasında ilişkilerin belli bir düzeyde ilerleyebilmesi, Washington’ın bundan sonra vermiş olduğu sözlerin arkasında ne kadar duracağına bağlı. Keza, iki başkent arasındaki ilişkinin seyrinde Ankara’nın kırmızı çizgileri konusunda PYD/YPG’nin vereceği tepki de etkili olacak. Unutulmamalı ki Ankara özelde sınır güvenliğini sağlamak, genelde de Suriye toprak bütünlüğünü garanti altına almak adına Fırat Kalkanı Operasyonu’na başladı, yani bu operasyon hem DAİŞ hem de PYD/YPG/PKK menşeili terör tehdidini bertaraf etmek için sürdürülüyor.

Türkiye, Cerablus operasyonunun başından itibaren sergilediği askeri performansla Suriye odaklı DAİŞ ve benzeri terörist gruplarla mücadelesinde ne kadar kararlı olduğunu kanıtlamıştır. Washington’un Cerablus operasyonundan çıkarması gereken sonuçlardan biri, Türkiye’nin PYD, PKK ve DAİŞ kadar FETÖ terör hareketini de kendisi için ciddi bir güvenlik tehdidi olarak gördüğüdür. Bu nedenle Washington’un Ankara’nın Fırat Kalkanı meselesinde DAİŞ ve PYD konusunda göstermiş olduğu kararlılığı FETÖ ile mücadelesinde de göstereceğini ve bu konunun ABD ile müzakerelerde ikinci plana itilmesini asla kabul etmeyeceğini görmesi gerekmekte.

Bundan sonra ABD ile Türkiye arasındaki ilişkilerin geleceğini de bu iki noktanın nasıl evrildiği belirleyecek. Yani Washington’un Ankara’ya Biden aracılığıyla vermiş olduğu sözleri tutup tutmayacağına ve FETÖ’ye yönelik tavrına bakacağız. Özetle Türkiye’nin tavrı, duruşu ve yapabildikleri açık; top artık Washington’ın sahasındadır.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir