Görüşler

Prof. Dr. Ramazan Gözen yazdı: Türkiye Suriye girdabından nasıl çıkar?

Prof. Dr. Ramazan Gözen yazdı: Türkiye Suriye girdabından nasıl çıkar?

Ankara-Tel Aviv hattında altı yıl sonra barış sağlandı. Rusya ile gerilen ilişkilerde karşılıklı adımlar atıldı... Tartışılan başlıklardan bir diğeri “Türkiye’nin Suriye politikasında değişiklik olur mu?” Olası değişiklikte bölgedeki hangi parametreler dikkate alınmalı? Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Prof. Dr. Ramazan Gözen kaleme aldı.

[Karar]
PROF. DR. RAMAZAN GÖZEN

Uluslararası ilişkilerin klişe haline gelmiş ‘savaşı başlatmaya siz karar verebilirsiniz ama durdurmaya değil’ ifadesi, bölgemizdeki birçok uluslararası sorun için kullanılabilir. Savaşın kim tarafından, nasıl, niçin ve ne zaman başlatıldığı, hangi düşünce veya nedenle savaşa dahil olunduğu, hatta bu savaşta haklı olunması da, savaşmanın sonu belirsiz bir felaket olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Elbette ki, geçmişteki tüm savaşlar, hatta tarihe 30 yıl veya 100 savaşları olarak geçmiş büyük savaşlar bile bir şekilde bitmiştir; ama bu bitiş, bir ülkenin iradesi veya politikasıyla değil ancak kolektif düşünce ve maliyetler sonucunda olmuştur.

Suriye savaşı ve Türkiye’nin savaşa dahil olması 20. yüzyılda bile görülemeyen türde örnek bir olaydır. Bu bağlamda birbirine bağlı çok sayıda konu ve soru olmakla birlikte, burada bunlardan sadece temel birkaçına değinecek, bu savaşı bitirmenin ötesine ve geleceğe nasıl bakılması gerektiğine yoğunlaşacağım.

Geleceğe dair doğru bir yol haritası çıkarabilmek için öncelikle geçmişin kısa muhasebesini yapmak kaçınılmazdır. Arap Baharı ile bölgede yeni bir düzenin oluşacağının beklendiği, Türkiye’nin de bu düzene model ülke gibi görüldüğü günlerde ortaya çıkan Suriye sorunu, bir anda hem Arap Baharı’nın sona ermesine hem de Türkiye’nin bölge politikasının yalpalamasına yol açtı.

Arap Baharı‘nın diğer yönleri bir tarafa, özellikle Suriye savaşının patlak verdiği ve Türkiye’nin soruna müdahil olduğu günlerde bu gidişatın iyi olmadığını, felakete yol açacağını iddia eden birkaç (belki de tek) akademisyen olarak, hep Suriye sorununun öncelikle küresel ama aynı zamanda bölgesel bir hesaplaşmanın cephesi olduğunu savundum. Esas itibarıyla insan haklarına yüksek derecede önem veren bir özgürlükçü olarak sorununun ‘esas itibarıyla’ kesinlikle insan hakkı meselesi olmadığını, insan hakları retoriğinin küresel ve bölgesel jeopolitik çatışmanın vitrini olduğunu düşündüm.

Beşar Esad gibi diktatörlerin ve Baas Partisi gibi totaliter ideolojilerin her zaman insan hak ve özgürlüğüne düşman olduğunu ama diktatörlüklerin şiddet kullanılarak dönüştürülemeyeceğini Ortadoğu Siyasetine Giriş derslerimde yıllarca öğrettim.  Hele Suriye gibi dünya ve bölge dinamikleri içinde çok istisnai ‘konumu ve rolü’ olan bir diktatörlüğün iktidarlarını korumak için her türlü Makyavelliyen yolu kullanmaktan çekinmeyeceğini akademik ve siyasi ortamlarda ifade ettim.

Genelde uluslararası toplumun özelde Türkiye’nin Suriye konusunda yaptığı en büyük hata, Esad’ın da Mübarek ve Kaddafi gibi devrileceği şeklindeki yanlış hesap ve öngörüleriydi; Arap Baharı’nın doğrusal bir süreç olduğu/olacağı beklentisiydi. Hâlbuki Esad ve Suriye, diğerlerinde olmayan üç farklı güç kaynağına dayanıyordu Soğuk Savaşın ortalarından beri: Baas’ın totaliter ideolojisi ve gücü, Sovyetler/Rusya desteği ve İran/Şii jeopolitiği. Buna bir de Suriye’nin İsrail-Filistin sorunu konusundaki tarihi konumunu ekleyebiliriz. Bu faktörler bugüne kadar Esad ve Baas’ın niçin düşürülemediğinin nedenleri olduğu kadar, Suriye sorununun nasıl iç savaşa dönüştüğünün açıklamasıdır.

Bu aşamada Suriye savaşının nedenlerine ve nasıllarına daha çok yoğunlaşmak yerine, bunları akademik ve başka yazılara bırakarak asıl bundan sona ne olacak sorusuna yoğunlaşmak pragmatik bir gerekliliktir. Bu noktadan sonra temel hedef; hem Suriye sorununun nasıl bitirilebileceğine hem de aynı zamanda Türkiye’nin bu sorundan elini daha da kirletmeden, bir uzvunu kaybetmeden ve yüz akıyla nasıl çıkılabileceğine yoğunlaşmak olmalıdır. Bu amaçları başarabilmek ve doğru adımlar atabilmek için, öncelikle mevcut durumun doğru/gerçekçi bir tanımını yaparak başlamak gerekir. Ama asıl sorun da burada başlıyor; zira durumun tanımlanması siyasi aktörlere göre değişebileceği gibi, farklı akademik veya entelektüel bakış açılarına ve aktörlerin çıkar, değer, güç ve gelecek değerlendirmelerine bağlı olarak da çok değişecektir. Bu düşünceler ışığında benim Suriye savaşının mevcut durumunu tanımlamamda üç parametre vardır.

Birinci parametre, Suriye ülkesinin ve siyasetinin geçmişteki duruma yani 2011 öncesine (statüko ante’ye) geri dönmesinin artık mümkün olmadığının kabul edilmesidir.

Suriye’nin ve Esad yönetiminin eski gücünü ve meşruiyetini koruma ve ileriye götürme şansı artık mevcut değildir. Bununla, bazılarının ifade ettiği gibi, Suriye’nin toprak bütünlüğünün sona ereceği, hele bazılarının iddia ettiği gibi mini devletçiklere parçalanacağını söylemek istemiyorum.

Bir parçalanmanın olup olmayacağını öngörmek ve geleceği bilmek mümkün değildir; ancak yerel, bölgesel ve küresel  dengelerin ve parametrelerin bu yönde bir gelişmeye en azından yakın bir gelecekte yol açmayacağını düşünüyorum. Bu noktada en kritik konu, Esad’ın ve Baas rejiminin geleceğinin Cenevre Anlaşması’nın ortaya koyduğu yol haritası çerçevesinde ne olacağıdır. Bu anlaşma Esad’ın süreç sonunda gitmesi veya kalması şeklinde net bir hüküm içermiyor. Bu muğlaklık ancak süreç içinde yerel, bölgesel ve küresel siyasi ve askeri dengelerin şekillenmesine göre netleşecektir. Ancak, bugünkü gerçekler ışığında, yani özellikle IŞİD ile mücadele ve Esad’ın alternatifinin olmaması nedenleriyle, Esad’ın ve Baas’ın uzun bir süre daha iktidarda kalmaya devam edeceği söylenebilir. Bu ise, en kötü senaryo olan, Suriye’de istikrarın uzun zaman tekrar oluşmayacağı ve kaosun sürebileceği anlamına geliyor.

İkinci parametre, başta Suriye, bölgenin kaderinde etnik ve dini konuların temel belirleyiciler olduğunun kabul edilmesidir. Bu bağlamda en temel sorunlar Sünni-Şii çatışması, Kürt sorununun bölgeselleşmesi ve bu oluşumların küresel aktörlerin (ABD, Rusya, Çin, Avrupa) politikalarına doğrudan bağlı hale gelmiş olmasıdır. Bu sorunlar, pek çok kişinin sandığının aksine dinsel veya etnik değil, tüm tarih boyunca olduğu gibi siyasal güç çatışmalarının ürünüdür. Bu durum tarihte olduğu gibi bugün de iktidar ve etki alanı mücadelesi şeklinde ortaya çıkmış olup, çözümü de ancak öncelikle bölgedeki iktidar ve güç sahiplerinin bu değerleri ve kimlikleri kullanmaktan vazgeçmesi ile mümkündür.

Üçüncü ama sonuncu olmayan parametre, bölgesel ve küresel devletler sisteminin içinde bulunduğu kaotik şartlardır. Bölgesel devlet sistemi, Arap Baharı ve Suriye bağlamındaki yerel, bölgesel, küresel güç ve çıkar çatışmaları nedeniyle çökmüştür ve yeniden şekillenmeye doğru gitmektedir. Bana göre Arap Baharı süreci bitmemiştir, uygun iklim ve atmosferde devam etme potansiyelini korumaktadır. Bundan sonra bölgesel ve küresel tüm aktörlerin nerede ve hangi konumda saf tutacakları çok önemlidir. Bu bağlamdaki anahtar aktörlerden birinin Türkiye olduğuna hiç şüphe yoktur. Ama Türkiye’nin halen izlediği dış ve iç güvenlik ile kimlik politikalarının ne tür sonuçlar doğuracağı ciddi bir muammadır ve bu muammayı daha detaylı analiz etmek gerekir.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir