Görüşler

Yrd. Doç Dr. Helin Sarı Ertem yazdı: Suriye çıkmazında oyun değişiyor mu?

Yrd. Doç Dr. Helin Sarı Ertem yazdı: Suriye çıkmazında oyun değişiyor mu?

İstanbul Medeniyet Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Yrd. Doç Dr. Helin Sarı Ertem, ABD’nin Suriye’deki Şayrat Hava Üssü’ne yaptığı saldırıyı değerlendirdi.

YRD. DOÇ DR. HELİN SARI ERTEM

Suriye bir kez daha aslında Büyük Güçler’in mücadele alanı olduğunu ve cüssesinin çok ötesinde anlamlar taşıdığını gösterdi. Geçen hafta rejime ait Şayrat Hava Üssü’nü vuran ABD, bu hamleyle adeta “Orta Doğu’yu terk etmedim, ben hala buradayım” mesajını verdi. Bu mesaj Rusya ve İran gibi karşı kutupta konumlanan ülkelere bir gözdağı niteliğinde olduğu kadar, geleneksel müttefikleri Türkiye, Suudi Arabistan ve elbette İsrail’e gecikmiş bir destek anlamına da geldi. Bu kısıtlı moral desteğin arkası gelmeyecek gibi dursa da ABD Başkanı Trump’ın bölge ülkeleriyle bundan sonra kuracağı ilişkilerde elini güçlendireceği kesin. Bu hamleyle Trump, sadece dış siyasette değil, iç siyasette de önemli bir propaganda imkânı kazandı. Çünkü ilk üç aydaki performansı oldukça düşüktü, özellikle de insani ve hukuki boyutlarda büyük açıklar verdi.

Öncelikle iç politika icraatlarına baktığımızda, bu şaşırtıcı derecede hızlı Suriye hamlesinin Trump’a ülke yönetiminde az da olsa bir rahatlama yaratabileceğini görmek mümkün, çünkü çiçeği burnunda başkanın içeride tepki çeken eylemlerinin büyük bir kısmı dış politika bağlantılı. Örneğin Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Flynn’in daha ilk görev ayında istifaya mecbur kalmasının nedeni Rusya ile olan ilişkileri konusunda şeffaf olmayışıydı. Damadı ve baş danışmanı Jared Kushner’ın Senato’da ifade vermeye çağrılmasının sebebi yine Rusya ile ilişkilerdi. Ayrıca Trump’ın seçim kampanyasıyla Rusya arasında herhangi bir bağlantı olup olmadığı da ayrı bir soruşturma konusu. Büyük yankı uyandıran Meksika duvarı inşasında henüz bir ilerleme yok. Trump’ın Suriye, İran, Libya, Somali, Yemen ve Sudan vatandaşlarına getirdiği seyahat yasağı ve Suriyeli mültecilerin ABD’ye girişini süresiz erteleme kararı da federal yargıçlar vasıtasıyla iptal edilmiş durumda. Görüldüğü gibi, ABD’deki denge ve denetleme mekanizması sayesinde Trump, seçim vaatlerinin aksine, istediği tüm icraatları yerine getiremiyor. Sistem onu belirli sınırlar içinde tutmaya ve ABD’nin geleneksel yönetim yapısını korumaya çalışıyor.

Tüm bu faktörler ışığında, Trump’ın Suriye rejimine yönelik son hamlesinin iç kamuoyunda kaybedilen prestiji az da olsa geri kazanma amacı taşıdığı aşikâr. Trump, Şayrat saldırısıyla hem insani boyutta ona atfedildiği kadar duyarsız olmadığını hem de Rusya ile olan ilişkilerinin düşünüldüğü kadar iyi gitmediğini göstermek istedi. Ayrıca ABD’nin, sivil hele de çocuk ölümlerine seyirci kalmayacağı mesajını verdi. Bunu yaparken de rejimin 2013’te Guta’da gerçekleştirdiği kimyasal saldırı sonrasında, bu tür saldırıları “kırmızı çizgi” olarak ilan ettiği halde ciddi bir tepki göstermeyen selefi Obama’dan daha etkili bir lider olduğunu kanıtlamaya çalıştı. Adeta “özgür dünyanın temsilcisi hala benim” dedi. Japonya’dan Vietnam’a, Filistin’den Irak’a ülkesinin boynunda asılı duran onca ağırlığa rağmen, dünya mazlumlarına sembolik bir şekilde göz kırptı. Ne kadar inandırıcı olur, takdir kamuoyunun. Ancak hiçbir şey yapmasaydı daha mı iyi olurdu, bu da ayrı bir tartışma konusu. 

TEK TARAFLI EYLEM TARZI

Bununla birlikte söz konusu hamleyle geleneksel Amerikan güvenlik stratejisi içinde görmeye alışık olduğumuz “tek taraflı” eylem tarzı kendisini bir kez daha gösterdi. Biliyoruz ki ABD, ulusal çıkarlarına aykırı gördüğü durumlarda uluslararası kamuoyunun onayını beklemeden bu tür hamleler yapmaya hep hazırdır ve genelde “mutlak bir güvenlik” arayışındadır. Irak müdahalesi bu tek taraflı davranış tarzının en çarpıcı örneklerinden biriydi. Ne yazık ki ‘Büyük güç’ olmak, rakiplerinin ve elbette müttefiklerinin gözünde bu gücü gerektiğinde sorgusuz sualsiz kullanacağına dair bir potansiyel taşımaya da dayanıyor. Günümüz uluslararası sisteminde fazlasıyla “öngörülebilir” olmak, ‘Büyük güç’ koltuğunu korumakla tezat teşkil ediyor. Bu nedenle Washington’ın Şayrat saldırısıyla ilgili “Müttefikleri ve Rusya’yı bilgilendirdik” iddiası sadece bir formaliteden ibaret, izin alma ya da danışma amaçlı değil. Trump yönetiminin bu saldırıyı Rusya ile danışıklı bir dövüş içinde gerçekleştirdiği iddiaları da tutarlı değil. Rusya’nın bu olayda biraz da hazırlıksız yakalandığını düşünmek gerek. Şayrat saldırısı sonrasında genelde Suriye, özelde de Esad rejiminin geleceği konusunda Moskova’nın ve elbette Tahran’ın eli eskisi kadar rahat olmayacak. Karşı hamlelerinde daha dikkatli davranma gereği hissedeceklerdir. Rusya, Esad’a sağladığı füze koruma sisteminin eksikliklerini gördü ve tedbir almak zorunda. Amerikan saldırısının hemen ardından Karadeniz’deki savaş gemilerinden birkaçını Akdeniz’e göndermesi dikkat çekici. İran ise kendisini ABD ile yeni bir restleşmenin içinde bulabilir ki Trump’ın uzun zamandır istediği de bu. İran’ın manevra alanını kısıtlamak için elinden geleni yapacaktır. Biliyoruz ki Obama yönetimine gelen en büyük eleştirilerden biri, yarattığı güç boşluğu ile İran’ın, Irak ve Suriye’de büyük bir alan kazanmasına müsaade etmesi, hatta IŞİD’le mücadele için buna üstü kapalı bir destek vermesiydi. Nükleer enerji konusunda İran’la yumuşama sürecine girmesi de bununla paralel bir eylem olarak görülmüştü. Trump şimdi Suriye’de kendini göstererek, Obama öncesinin İran’a karşı sertlik yanlısı politikalarına geri dönüyor.

ANKARA’NIN POZİSYONU

Gelelim inişli çıkışlı bir seyir izleyen Türkiye ile ilişkilere… ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’un mart sonundaki Ankara ziyareti çok da verimli geçmemişti. Ne PYD-YPG ne de rejimin geleceği konusunda bir uzlaşmaya varıldı. Zaten daha bir hafta öncesine kadar Trump yönetiminin Suriye rejimine karşı tavrı hiç de sert değildi. Şayrat saldırısından memnun olmakla birlikte, Ankara bundan önceki pek çok acı tecrübe nedeniyle Washington’a fazlaca bel bağlamaması gerektiğini öğrenmiş durumda. Bu nedenle de temkinli. Ankara, eğer rejime karşı benzer hamleler devam ederse ABD’ye destek vereceğini beyan etti ve şu an beklemede. Türkiye’nin vurguladığı bir nokta özellikle önemli ki o da 2011’deki Arap Baharı’ndan bu yana Suriye’de hayatını kaybeden sivillerin büyük bir bölümünün kimyasal değil, konvansiyonel silahlarla vurulmuş olması. Bu nedenle Ankara, Esad’ın muhaliflere ve sivillere karşı saldırılarında en önemli gücü olan ve doğrudan Rus desteğiyle kurulan tüm hava kuvvetlerinin yok edilmesinden yana. Oysa ABD’nin son saldırısı sadece İdlib’deki kimyasal saldırıyı gerçekleştiren uçakların kalktığı Şayrat Hava Üssü’nü hedef aldı ve Esad diğer üslerden kalkan uçaklarla gerçekleştirdiği bombalı saldırılarını sürdürüyor. Bu nedenle de Ankara mevcut küresel düzene karşı getirdiği liberal uluslararasıcı eleştirilerine bir yenisini daha ekliyor ve uluslararası hukukun kimyasal saldırılarla kısıtlı tuttuğu bu tepkisini yetersiz buluyor.

Ankara, ABD ile birlikte Rusya’nın da Esad’a karşı keskin bir tutum alması gerektiğinde ısrarcı. Bununla birlikte bugün ne ‘Büyük güçler’ ABD ve Rusya ne de bölgesel güçler İran, Türkiye ve Suudi Arabistan’ın Suriye için Esad sonrasında yeni ve etkili bir lider önerisi yok. Bu da ABD’yi mevcut “ehven-i şer” tercihinde kalmaya ve Esad’a göz yummaya itiyor. Fukuyama’nın Irak tecrübesinin ardından, “ulusları yıkmak çok kolay ancak yeniden inşa etmek çok zor” şeklindeki günah çıkarışı hala kulaklara küpe, hele o dönemde yapılan hatalar sonucunda oluşmuş IŞİD ile mücadele bu denli gündemdeyken. Bu nedenle Trump ABD’si de, aslında hâlâ Obama gibi, Orta Doğu’nun yaşadığı sorunlarda çözüme dair esas inisiyatifin ülke içi dinamiklerde kalmasını ve onlara sadece kısıtlı bir dış destek vermeyi uygun görüyor. Dolayısıyla Şayrat saldırısı, Mearsheimer ve Walt’ın yeniden gündeme taşıdığı, “offshore balancing” olarak özetlenen ve temelde “taşeron ülkelere” dayalı bu düşük maliyetli dış politika çizgisinden radikal bir sapma anlamına gelmiyor.

ABD’nin birinci önceliği hala IŞİD’le mücadele. İç kamuoyunda bunun anlamı, Esad’ı devirmekten çok daha büyük. Obama yönetimi, IŞİD 2014 itibariyle Batı’da saldırılar gerçekleştirmeye başlayıncaya kadar soruna yeterli tepki vermemişti. 2014 sonbaharında Washington’a yaptığım gezide, “ABD’nin IŞİD stratejisi nedir?” sorusuna, Cumhuriyetçi düşünce kuruluşlarından temsilcilerin “IŞİD stratejimiz var mı ki?” şeklinde yanıt vermesi bu ihmalin kanıtıydı. IŞİD’in 2014’ün sonu itibariyle AB başkentlerini, ABD ve Kanada’yı da hedef alması, IŞİD’in özellikle Irak’ta ABD’nin Kürtlerle kurduğu dengeyi Musul ve Sincar işgalleriyle bozması ve Rusya’nın Eylül 2015 itibariyle Suriye krizine aktif askeri müdahalesi, Obama yönetimini sorunla nispeten daha yakından ilgilenmeye itmişti. O tarihten bu yana Suriye iç savaşı, ABD nezdinde, IŞİD meselesi ve Irak’taki istikrar ile doğrudan ilintili hale geldi ve yakın bir takip gerektiriyor. Ancak bu takip, en azından şu anda, bölgede ABD’nin kara kuvvetlerini göreceğimiz, Irak benzeri büyük bir müdahale şeklinde olmayacak. Kısa vadede ABD’nin bölgede en güvendiği müttefikler yine Suriye ve Irak’taki Kürt güçleri. Bu durum ise Türkiye’nin PYD-YPG özelinde ABD ile yaşadığı zorlukların devamı anlamına geliyor. Bu çetrefilli denkleme bir de son günlerde Irak’ın kuzeyinde yaşanan bağımsızlık tartışmaları ve Kerkük’ün statüsü meselesi girmiş durumda. Her iki konu da Türk-Amerikan ilişkilerinde yeni sınavların habercisi.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir