Jojo Moyes, yazdığı her kitapla dünyada bestseller olmayı başarabilen bir yazar. İngiliz yazar, yeni kitabı ‘Sonsuza Dek Sen’de ‘Senden Önce Ben’ kitabındaki öykünün devamını anlatıyor. Moyes okura “Benim başıma gelse ne yapardım?” sorusunu ve şimdiye kadar belki de hiç akla gelmeyen problemleri sorduruyor.
SERRA TÜZÜN
Jojo Moyes, son yılların en çok okunan yazarlarından. Onun kitaplarının bu kadar ilgi görmesini ve çok okunmasını sadece ‘kolay okunan, akıcı, sürükleyici kitaplar’ diye açıklamak haksızlık olur. Anlatımı öyle gerçekçi, karakterleri öyle canlı, çarpıcı ki, her biri aramızda yaşıyor sanki. Anlattıkları ise gerçek hayatta herkesin yaşayabileceği olaylar. Yazar “Benim başıma gelse ne yapardım?” sorusunu sorduruyor ve şimdiye kadar belki de hiç aklınıza gelmeyen ötenazi gibi bir konuda düşünmenizi sağlıyor.
‘Senden Önce Ben’ ve ‘Sonsuza Dek Sen’ birbirini tamamlayan, bütünleyen kitaplar. Küçük bir kasabada yaşama tutunmaya çalışan Louisa’nın kendini var edişinin hikâyesi. ‘Senden Önce Ben’ saf aşkın, beklentisiz sevmenin, bağlılığın, ölümün iç içe geçtiği bir kitap. ‘Fakir kız-zengin erkek’ klişesini yerle bir ederek, koşulsuz sevgiyi öğretiyor, bedensel engelin asla aşka engel olamayacağını anlatıyor. Ölümü seçerek yaşama veda etme iradesinin de insanın en doğal hakkı olduğunu kabul ettiriyor.
Louisa’nın aşkının Will’i ayağa kaldıracağına inanıyorsunuz. Son ana kadar belki farklı bir şey olur diye bekliyorsunuz. ‘Senden Önce Ben’ sıradan bir aşk romanı, sıradan bir ötenazi hikâyesi değil. Orta halli bir ailenin kızı Louisa ile geçirdiği kazanın ardından felçli kalan Will arasındaki aşk hikâyesiyle de sınırlı değil. Genç bir kızın hayata yepyeni bir gözle bakabilmesi, ufkunun açılması, yeteneklerinin farkına varabilmesi için nasıl doğru yönlendirilmeye gerek duyduğunun hikâyesi. Ailesinin işe yaramaz gözüyle baktığı bir genç kızın yeteneklerini keşfetmesinin, içinden gelen sesi dinleyerek hayatına yepyeni bir yön vermesinin de öyküsü. Kitabın son sayfalarında sarsılırken, bir yandan da Will’in Louisa’ya yeni bir hayat sunması, yeni bir başlangıca kapı açması, yepyeni ufuklara yönlendirmesiyle Louisa adına seviniyor, aşk ve umut hiç bitmeyecek diyorsunuz. Sanıldığı gibi ‘mutsuz son’la değil, ‘mutlu, umutlu bir başlangıç’la bitiyor kitap.
Doğan Kitap’tan çıkan ‘Sonsuza Dek Sen’ ise Louisa’nın Amerika macerasını ve gerçek bir varoluş, kendini yoktan var ediş hikâyesini anlatıyor. Jojo Moyes bütün kitaplarında olduğu gibi bunda da okuru sorularla baş başa bırakıyor: Kendini ölüme odaklamış bir insanı yeniden yaşama bağlamak mümkün mü? Bedenini ölüme yatırmaya karar vermiş bir insanla geçirilecek zamanın, iz bırakacak anların, sıcak bir öpücüğün, birlikte gidilen bir konserin, kısacık bir tatilin hiç mi anlamı yok? O fiziksel olarak ölüme odaklanmışken, aslında yeni bir hayatın temellerini atmıyor mu? Çıkarlara dayalı hayatların, içten pazarlıklı ilişkilerle yürütüldüğü karmaşık dünyada Louisa’nın kendini var etme mücadelesine tanık oluyoruz. Louisa bunu yaparken hiçbir kaygıyla kapılmadan, hiç taviz vermeden çabalıyor. En ufak bir eziklik yaşamıyor ve kendini beğendirme kaygısı taşımıyor. Hep ayakta, dimdik, kararlı, dirençli, ama hep duygu dolu, hep âşık ve umutlu. Toplumsal normlar Louisa’ya göre değil, o içinden geldiği gibi yaşıyor, canının istediği gibi giyiniyor ve gözlemleriyle deneyimlerini harmanlayarak kendine bir yol çiziyor. Louisa’nın içtenliği, dürüstlüğü, açık sözlülüğü, ikiyüzlü hayatlar sürenlerin dünyasını darmadağın ediyor, yaşamını çıkar hesapları üzerinden şekillendirenleri şaşırtıyor, onların değerlerini altüst ediyor. Louisa umudunu hiç kaybetmiyor, yenilgiyi kabullenmiyor, ayağa kalkıp yeniden başlayabiliyor. Louisa ektiklerini biçiyor çünkü Will ona hep yol gösteriyor; sesiyle, sözleriyle, ışığıyla, sıcaklığıyla Lou’nun elini hiç bırakmıyor.
Jojo Moyes’in bitirdiğiniz her kitabının ardından birden kendinizi yapayalnız hissediyorsunuz. Göğsünüzde bir yumru, boğazınızda bir düğüm… “Bu boşluğu ben şimdi nasıl dolduracağım” diyerek birçok şey üzerinde düşünmeye başlıyorsunuz: Aşk, umut, bedensel engeller, ölüm, hayata yeniden başlamak, değişmek, dönüşmek… Bir yanıyla içiniz acırken, bir yandan da hayatı sorguluyorsunuz. Yazar, imkânsız gibi görünen bir aşkın nasıl da mümkün olacağını anlatıyor. “Louisa’nın yerinde ben olsaydım ne yapardım?” sorusuna cevap arıyor, “Bu kadar hesapsız, bu kadar içten sevebilir miydim?” diyorsunuz. Sonra yazar Will’in sözlerini fısıldıyor kulağınıza: “Beni fazla düşünme. Seni sulu gözlü düşünmek istemiyorum. Sadece iyi yaşa. Sadece yaşa.” Artık biliyoruz ki Louisa da bu sese kulak verdi.