Medeniyet dediğin ‘ötekinin’ tarihi

Medeniyet dediğin ‘ötekinin’ tarihi

İbrahim Kalın, politikacı kimliğiyle olduğu kadar akademik çalışmalarıyla da ön plana çıkan bir isim. Son kitabı ‘Barbar, Modern ve Medeni’ ile yeni dünyanın en büyük hastalığı ‘ötekileştirme’nin kadim köklerine ışık tutuyor. Batı’da eski Yunan ve Roma’yla başlayan kendinden farklı olanı ‘ötekileştirme’ serüveninde dinin değerler skalasından nasıl çıkarıldığını da inceleyen Kalın, bu sürecin İslam dünyasındaki yansımalarına dikkat çekiyor. İslam dünyasının Batı medeniyeti ile rekabetinde geri kalışının en önemli nedeninin ‘değer üretmede’ yetersizlik olduğuna dikkat çeken Kalın bu açığı kapatmak için formülü de veriyor: İnsana yatırım yapılmalı, insan ıslah edilmeli. Ancak bu süreç Batı’daki gibi dine rağmen değil din ile birlikte yürümeli.

SEDAT PALUT

Cumhurbaşkanı Başdanışmanı İbrahim Kalın’ın yeni kitabı ‘Barbar, Modern ve Medeni’, Batı’nın bu kavramlar üzerinden tarihsel söylemini ve bunun İslam dünyasındaki yansımalarını okumak, düşünmek adına oldukça önemli bir çalışma.

Küreselleşen dünyada siyasetin, sosyolojinin temel kavramları iç içe geçmiş bir durumda. Güçlü olanın tanımları yaptığı bir zamanda siyaset ve sosyolojinin günlük kavramlarını kullanmak için geriye dönmek, onların özlerini yakalamak ve buradan yola çıkarak bu kavramları ait oldukları şekilde kullanmak zorundayız. Bu kavramlardan bazılarını yeniden tartışmaya açarak gündeme getiren bir kitap yayımlandı: 'Barbar, Modern, Medeni'. Kitabın yazarı Cumhurbaşkanı Başdanışmanı İbrahim Kalın. Kalın, politik bir kişilik olmakla birlikte akademi dünyasının yakından tanıdığı bir isim. Kitaba ismini veren kavramlardan barbarlığı aktarırken 2018’deki bir televizyon haberini okurla paylaşıyor, Kalın: “Brezilya’nın Amazon ormanlarında araştırma yapan bilim insanları, dünya ile irtibatı olmayan, medeniyetten uzak, teknoloji kullanmayan ilkel bir kabile tespit eder. Yüz kadar kabile üyesi kalmış olduğu belirtilen haberin son cümlesi: Geçen yıl altın madencileri bu kabilenin on kadar üyesini öldürmüştü.” (s.7)
Bu haber, haliyle şu soruyu peşinden sürüklüyor: Medeniyetten uzak yaşamak barbarlık mıdır? Günümüzde teknolojiyle hemhal olmayan, modern değerlere günlük hayatın pratiklerinde yer vermeyen bir topluluk için barbar diyebilir miyiz?

Bu sorunun cevaplanması için biraz geçmişe gitmekte fayda var. Kalın’ın ifadesiyle “Kadim” Yunan, Avrupa toplumlarının siyasal, sosyolojik ve dinsel temellerini inşa etmiştir. Bu inşa sürecinde Yunanlar, kendinden olmayanları ötekileştirmiş ve Yunanca konuşmayanları “bır bır bır” gibi sesler çıkardıklarını düşündükleri için barbar ismini vermişlerdir. Bu ötekileştirme sınıfsal toplum statülerinin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Eski Yunan’da başlayan ötekileştirmenin Roma İmparatorluğu döneminde de artarak devam ettiğini biliyoruz. “İnsanların canlı canlı yırtıcı ve ölümcül hayvanların kucağına atıldığı” (s.69) Yahudilerin sünnetli olduğu için öldürüldüğü bir dönemden bahsediyoruz.

Kalın, Batı’nın coğrafi keşiflerinin ardından takip ettiği sömürgecilik döneminde de bu ötekileştirme anlayışından vazgeçmediğini belirtiyor. Kendi içinde liberal, çok kültürlülüğe olumlu yaklaşan Batı, sömürgeleştirmeye çalıştığı toplumları kendi üzerinden tanımlamaya ve konumlandırmaya devam ederek ötekileştirmiştir. Bu anlayışı aydınlanma sonrasında da devam etmiştir. Kilisenin devlet bünyesinden çıkarılması, Martin Luther öncülüğünde reform hareketlerinin gerçekleşmesi ve sanayi inkılabının sömürgeciliği yaygınlaştırması ile birlikte Batı, medeniyetin ölçütünü bilim, ilerleme ve teknoloji olarak belirlemiştir. Kilise’nin toplum hayatının temel referanslarından çıkarılmasıyla, seküler bir kültür oluşturulmaya çalışılmış, din ile medeniyet birbirine rakip olarak görülmüştür.

Batı Avrupa, sömürgeleştirdiği toplumların hangi seviyede olduğunu göstermek için 19'uncu yüzyılda insanat bahçeleri kurdu. İbrahim Kalın, ötekileştirmenin farklı bir boyutu olan bu durumu kitabında dört başlıkta topluyor: Sömürgecilik, bilim, ırkçılık ve kamuoyu. Burada sömürgeleştirdiği insanları sergileyerek, kendi toplumlarının ne kadar faziletli olduğunu ve beyaz ırkın ne kadar üstün olduğunu göstermekle birlikte, kamuoyunu kendi lehine çevirmeyi başarmıştır.

Sanayi inkılabı ile Batı’nın kapitalist adımlarında nefes almaya çalışan devletler, kendilerini gelişmemiş ve “barbar” bir dünyanın içinde buldular. Ama bu durumda kendi hallerinde kalamadılar. Örneğin İngiltere, uzun yıllardır sömürdüğü Hindistan’ı geri kaldığına ikna etmek için Hint felsefesini ve bilimsel çalışmalarını değil de mitolojisini ön plana çıkararak, bu coğrafyanın ne kadar geri kaldığını ifade etmektedir. “Siyasi alanda Doğu despotik, baskıcı, kapalı, gerici vs gösterilmelidir ki aydınlanmış medeni Avrupa’nın emperyalist müdahalesi meşru ve anlamlı hale gelsin.” (s.112) Batı’nın anlayışına göre, eğer Doğu toplumları barbarlıktan uzaklaşarak modern ve medeni bir dünyanın içinde yer almak istiyorsa küresel bir atmosferin içinde Batı’nın belirlediği kalıplarla adımlarını atmalıdır.

Barbar, modern ve medeni kavramlarını İslamiyet ve İslam dünyası üzerinden okumaya çalışırsak Batı’ya göre oldukça farklı bir durumla karşılaşırız. Batı, Kavimler Göçü, Coğrafi Keşifler, Reform, Aydınlanma ve Fransız İhtilali gibi kırılmalar yaşarken İslam coğrafyasında bu tür gelişmeler pek olmamış, sadece bu gelişmelerin yansımalarıyla yüzleşmek zorunda kalmışlardır. Batı, metafizik öğretiyi sadece din adamlarının görüşleri ile sınırlandırır, kiliseye hapsederken; İslam toplumları insan ve tabiatı bir bütün olarak değerlendirmiş ve yaşanan gelişmeleri bu çerçevede yorumlamıştır.

Batı, sömürdüğü ve barbar olarak tanımladığı insanları kendi modern dünyası içinde kabul etmemiş, onların mekanında kalması için çeşitli zorluklar çıkarmıştır. ABD’deki siyah-beyaz ve köle mücadelelerini ve yakın zaman Avrupalıların mültecilere yaklaşımını bu eksende okumak gerekir.

İslam’ın hayat verdiği Osmanlı ise topraklarındaki gayrımüslimleri ötekileştirmeden istimalet politikası uygulamış ve onların kendi kültürlerini yaşamalarına ortam hazırlamıştır. Reform sonrası Batı’da Hristiyanlığın yerini akıl alırken, ortaya koyduğu medeniyeti seküler bir din olarak kurgulamış ve buna uygun bir toplum inşa etmeye çalışmıştır. Oysa insan kurgusu olan tüm ürünlerin zayıflığını hesaba katan İslam toplumları, medeniyetin metafizik bir temele ihtiyacı olduğunu bilerek topluma yaklaşmıştır. İslam dini ile medeniyet arasındaki ilişkiye de bu çerçevede değerlendirilmelidir. Şunu da ifade etmek gerekir ki, medeniyet kavramsal çerçevesi sabit olmakla birlikte değişime açık olmalıdır. Bu etkileşim ile birlikte medeniyet, maddi refah ve olanak üreten bir sistemin karşılığıdır. “Müslüman tacirlerin, kervanların ve denizcilerin dünyanın dört bir yanına yaptığı yolculuklar, yeni ticaret ağlarının kurulmasına ve keşifler yapılmasına imkan sağlamıştır.” (s.36) Kurtuba, Gırnata, Kahire, Bağdat ve İstanbul’da estetik ve İslam kültürünün karşılığını görmek mümkündür. Peki, neden İslam medeniyeti dünyada Batı medeniyeti kadar güçlü değildir, sorusu şimdi oldukça önemli. Medeniyet sahibi olmak, değer üretebilmek ile eşdeğerdir. İslam coğrafyasının son yüzyılda bunu gerçekleştirdiğini söyleyemeyiz. Teknolojik gelişmelerin gerisinde kalan İslam devletleri, Kalın’ın ifadesiyle, insana yatırım yapmalı, insanı ıslah etmelidir. Bunu yaparken, Batı’daki gibi dine rağmen değil din ile birlikte yapmalıdır.

Öne Çıkanlar
YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Diğer Haberler
Son Dakika Haberleri
KARAR.COM’DAN