Kitap kütüktür, ne kadar inceltirseniz inceltin son tahlilde odundur!

Kitap kütüktür, ne kadar inceltirseniz inceltin son tahlilde odundur!

Evinizdeki kitapların her sayfasının bir kil tablet olduğunu düşünün! Hemen daha büyük bir eve, mesela kütüphane diye kullanacağınız bir hangara taşınsanız iyi olur. Derinin dayanıksızlığının cezasını biz Türkler de çekmişiz, onuncu asırdan öncesinden elimizde pek bir şey kalmaması bu yüzden olmalı. Kitap kütüktür. Ne kadar inceltirseniz inceltin, son tahlilde odundur! Ağırdır da... Şimdi sokakta yürürken bile yanımda 3 bine yakın kitap taşıyor, gık demiyorum. Herkes için elektronik kitabın anlamı başka...

Kitaba dokunmanın verdiği his… Rengi. Kokusu. Şöyle iki elinizle tuttuğunuzdaki ağırlığı… Papirüs rulo bunların hiçbirini size veremez.”

Bu satırları, kil tablete alışmış hayalî bir Akadlı’dan aktarıyorum. Bir kamışı nemli kil üzerine dikkatle bastırarak yazdığı satırlardan. Aslında böyle bir pasaj yok ama olabilirdi. Evet, çiviyle değil, ucu uygun kesilmiş kamışla yazılırdı.

Evinizdeki kitapların her sayfasının bir kil tablet olduğunu düşünün! Aman Allahım, hemen daha büyük bir eve, mesela kütüphane diye kullanacağınız bir hangara taşınsanız iyi olur. Bütün lojistik zorluklara rağmen kil tablet kütüphaneleri vardı. En büyüğü de Asurbanipal’inkiydi. Kral, kitaplarının mülkiyetine önem verirmiş. Tabletlerin üzerinde şöyle yazıyor:

“Dünyanın Kralı, Asur’un Kralı, Aşur ve Ninlil’e güvenen Asurbanipal’in kil tableti… Bu tableti buradan götüreni, benim adımın yerine kendi adını yazanı Aşur ve Ninlil, öfkeyle ve gaddarca devirsin, ismini ve onun tohumunu ülkeden silsin, yok etsin.” 

Kitapların hırpalanmasını da pek hoş karşılamıyorlardı:

“Bu tableti kıranı veya suya sokanı veya tanınmayacak ve anlaşılmayacak hale gelene kadar kazıyanı… göğün ve yerin tanrıları… ve Asur’un tanrıları (burada on tanrı adı sayılıyormuş) geri alınamayan, müthiş ve acımasız bir lanetle lanetlesin, yaşadıkça ismini, tohumunu ülkeden sürsün, etini köpeklerin ağzına versin.”

Bu ne insafsızlık, hepi topu bir kitap, hatta kitap bile değil, bir sayfa, demeyin. Tekrarı yok bunun. Daha kitapların rahatça çoğaltılmasına binlerce yıl var. Kitap tek tek yazılır. Çoğaltmak için de bir daha yazılır.

Kitapları ödünç alıp getirmeyenlere de kızarlarmış: “Anu ve Antu’dan korkan bu tableti aldığı gün sahibinin evine iade etsin!” Hâlâ kızıyoruz.

Kil tabletlerin kitaplığını kurmak, hele hele taşımak muhakkak ki kolay bir şey değildi. Hani yatmadan önce biraz Gılgamış okuyayım diyen çocuğun epey bir hamallık yapması beklenirdi ve sayfa ‘çevrilirken’ anne-babası tarafından gürültü yapmaması için uyarıldığını da düşünebiliriz. Fakat kil tabletlerin de bir avantajı vardı. Kütüphane yanınca onlara bir şey olmuyordu. Tam tersine, yandıkça sertleşiyor, güzelleşiyordu kil. Kilin bu özelliğidir ki Gılgamış’ı bugüne kadar muhafaza etti ve biz mesela oradaki adı “Utna Piştim” olan Nuh’un hikâyesinin ayrıntısını okuyabiliyoruz. Gılgamış’taki Utna Piştim’in de cep telefonu yok!

Sonra kitapları Mısır’ın papirüslerine yazmağa başladık. Papirüsleri ezip uzun rulolar yapıyor ve yazma işi bitince dürüp kaldırıyorduk. Kütüphanelerde raflara veya kovalara sokuveriyorduk. Kil tabletin hiç şansı kalmamıştı. Papirüsten veya tabaklanmış koyun veya sığır derisi parşömenlerden rulolar yaptık. Bunlara bazen sürekli, rulonun bir ucundan bir ucuna yazdılar. Bazen sayfa sayfa yazıp, yan yana yapıştırdılar ve yine rulo yaptılar. Tarihi filmlerde ferman okuyucunun rulonun bir ucunu yukarıda, diğerini aşağıda tutup okuduğu sahneleri hatırlarım. Düşey okunanları kadar yatay okunanları da vardı. Bazıları öylece rulodan ibaretti. Bazılarının iki ucunda ahşap tutamaklar olurdu. Fakat kıvrılıp durdukları için, eh rulonun görevi kıvrılıp durmaktır zaten, çoğaltılırken iki kişi lazımmış. Biri okuyacak, diğeri yazacak. İster sözlü ister görerek kopyası yapılsın, kopyanın aslına göre ufak tefek hataları olurdu. Kopyanın kopyasının da. Çoğumuzun hatırlayacağı analog ses ve video bantlarının kopyalandıkça kalitesizleşmesi gibi. Bu yüzden ilk kopyaya sahip olmak önemliydi.

Hayf ki papirüs, parşömen ve bugünkü kitaplar, kil gibi ateşe dayanıklı değil. O devasa İskenderiye kütüphanesinin nasıl yandığı asırlar boyunca anlatılageldi. Meğer bir değil birkaç İskenderiye kütüphanesi varmış ve hepsi ayrı ayrı yanmış. Asıl kütüphanenin yanmasına Sezar sebep olmuş.

At üstünde yaşayan Türklerin kültürü hayvan tarımına dayandığına göre bizim de deriye yazdığımız muhakkak. Derinin dayanıksızlığının cezasını biz de çekmişiz. Onuncu asırdan öncesinden elimizde pek bir şey kalmaması bu yüzden olmalı. Taşa yazdıklarımız müstesna. Onlar Ötüken’den dikildikleri yerden bize hâlâ sesleniyor.

Sezar’dan Roma’ya geçersek karşımıza kütük çıkıyor. Bahadırhan Dinçaslan’dan öğrendiğim etimoloji böyle: Kodeks (codex)-kütük. Bizdeki nüfus kütüğü. İngilizcedeki ‘kaptanın seyir defteri- log’. Log da İngilizcede odun demek ya. 

Roma’da memurlar ellerinde ahşap tabletlerle gezerlermiş. Bu tabletlerin veya ‘tabula’ların yüzü balmumuyla kaplıymış. Bu balmumu üstüne ince bir kalemle yazıp çizer, notlarını alırlarmış. Tabula dolunca üzerindeki mum kazınır, yani ‘raz’ edilir ve sonra yeniden kaplanıp tekrar hizmete hazır hâle getirilir. Mükemmel, çevre dostu bir dönüşüm. Vergi tahsildarının togasını şöyle bir savurarak evrak memuruna, “Çek bakayım oradan bir tabula raza” dediğini duyuyor musunuz? Felsefe öğrencilerinin huşu içinde telaffuz ettikleri kavramların böyle süflî kökenleri de oluyor. Tabletin arkasında muhtemelen SPQR -Roma Senatosu ve Halkı-yazılıydı, ‘Devlet Malzeme Ofisi’ gibi ve romen rakamlarıyla yazılmış çirkin bir demirbaş numarası… Tabletleri biriktirip saklamak isterseniz, üst üste koyup hepsinin aynı yerinde bulunan deliklerden ip geçirirsiniz. Şimdi elinizde kocaman ahşap bir yığın var: Kütük! Veya kodeks.

Fakat kodeks sadece ahşap tabulalarla değil, papirüs, parşömen veya Çin işi kâğıtla da yapılabilir. Büyücek bir tabakayı ikiye katlar, elde ettiğiniz dört sahifeyi yazarsınız. Sonra bir daha, bir daha… Zenginler ve asillerin yazıyla arası olmadığından kâtiplere de yazdırabilirsiniz. Bizde de okuyan, yani ‘seyri olan’ fakat yazı yazmasını bilmeyen paşalar, başbakanlar vardır. 7-8 Hasan Paşa, Büyük Köprülü gibi. Günümüzden örnek vermem, ısrar etmeyin! Ancak şu kadarını söyleyeyim,  bugün sınavlar çoktan seçmeli... Okuma öğrenmeden diploma bile alınır. Ne oldu… Her biri dört sayfalık ikiye katlanmış ‘folyolar’ veya ‘föyler’ elde ettiniz. Bunları kumaş bir şeride, daha iyisi şeritlere ortalarından tek tek dikersiniz. Arkayı tutan bu kumaşa ‘şiraze’ demişiz. Günümüzde pek kullanılmıyor ama ‘şirazeden çıkmak’ buradan geliyor. Föyler şirazeden çıkınca kitap dağılıverir tabii.

Föyler iki yerine üç veya dört defa katlanabilir. Sırasıyla 2, 4, 8 yapraklık veya 4, 8, 16 sayfalık föyler veya formalar elde edebilirsiniz. Bakın daha Roma zamanında iki tabanlı aritmetik, yani digital, sayısal çalışmalar varmış ama insanlar farkında değillermiş. Bizim matbaacılık terminolojisinde de ‘forma’ 16 sayfadır. A2, A3, A4, A5 gibi kâğıt boyları da katlanma sayısını verir zaten.

İşte kitap kütüktür. Ne kadar inceltirseniz inceltin, son tahlilde odundur! Geri dönüşüm Roma tabulaları kadar kolay olmadığından çevre dostu değildir.

Ağırdır da. Hiçbir bavul dolusu kitapla seyahat ettiniz mi? Frankfurt Havaalanı’ndan İstanbul’a müteveccihen yola çıkarken uçağın penceresinden bavullarımın uçağın kargosuna yüklenmesini seyrediyordum. Yerdeki hizmetli kargo kapısındaki arkadaşına bavulları tek tek atıyordu. Benim büyük bavulu tuttuğu gibi fırlattı. Sonra ortanca boy bavulun sapını tuttu. Atar gibi bir hareket yapınca dengesini kaybetti. O ortanca bavul kitap doluydu çünkü!

Şimdi elhamdülillah, sokakta yürürken bile yanımda 3 bine yakın kitap taşıyor, gık demiyorum. Çünkü kitaplar cep telefonumda. Cep telefonu küçük, gözlerine yazık derseniz tabletim de var tabii… Önceleri e-kitap okumak zordu. Çünkü bilgisayar ekranından okunurlardı ve o ekranın ışığı gözü yorardı. Yazarken çaresiz bilgisayara bakacağız ama uzanıp okurken buna tahammül edemeyiz.

Sonra e-kâğıt ve e-mürekkep çıktı. Bunlar ışık saçmıyordu. Plaja götürüp güneşin altında rahatça okuyabilirdiniz. Gittikçe de kâğıda benzediler. Fakat biraz yavaştılar. Ve her marka kendi kitaplarını okur gibiydi. Apple doğuştan böyledir. Bir alet çıkarır ve bunun içeriğini de ben sağlayacağım diye tutturup batırır. Kişisel bilgisayar deyince Apple II’yi veya Makintoş’u kaç kişi hatırlıyor. Tam aksini yapıp her şeyini açan IBM PC o yarışı kazandı. Tabletlerde de öyle oluyor. Çevrem iPad alıp kullanamayan insan dolu. Amazon da kendi kitabını kendi tabletinde, Kindle’da okutmak istedi. Bu hal onları zengin etmedi ama tabletlerin geniş kitlelerce benimsenmesini geciktirdi.

Gelecek de bir gün gelecek ve galiba açık yazılımların, Android tabletlerde okunan kitapların olacak.

Herkes için elektronik kitabın anlamı başka. Ben en çok taşınma kolaylığını ve bir de… Benim için en en önemlisi… İşaretleme, fişleme, not alma kolaylığını seviyorum.

Taşıma kolaylığı açık. Bir yerde sohbet mi yapıyoruz? Telefon veya tabletteki kitabı ara ve bul… Yarım dakika, çünkü o aramayı yazılım yapar. Sonra aradığınız kelimeyi, cümleyi bul. O da yarım dakika, çünkü kitap içindeki arama da yazılımın. Daha önce işaretlediğiniz bir pasaj ise daha da kolay ve hızlı tabii… Evet çay sohbetine benim gibi 3 bin kitapla gidebilir misiniz? Kürsüde konuşuyorum. Önümde Android telefonum var. Power Point’te yazıp sonra pdf’e çevirdiğim konuşma fişlerimi ona yüklüyor ve bir zamanın kartları gibi notlarıma tek tek bakıp konuşuyorum. Yanıma aldım mı, almadım mı yok. Hep yanımda. Yalnız o değil bütün notlarım ve son beş yıldaki bütün kitaplarım yanımda. Başka, taradığım kitaplar da. Meselâ Yahya Kemal ne yazıp çizdiyse yanıma almadan sokağa çıkmam!

Okuma? Tabletten okuyup altını çizilecekleri çiziyor, kâğıt kitapta sayfanın yanına not alacakları alıyorum. Kitap bitince bütün altı çizililer, bütün notlar bir dosya halinde ihraç ediliyor. Sonra o dosya pdf halinde tekrar telefona ve tablete döner. 300, 400, 1000 sayfalık kitabın 2, 4, 10 sayfalık fişi yanınızdadır. Şimdi ve beş yıl sonra. Meselâ ona bakarak beş yıl önce okuduğunuz eseri Karar Kitap Eki’ne anlatabilirsiniz ama editörüm onları değil yenileri tercih eder.

Yaz mevsiminde göçtüğümüz mezraya kuş uçmaz, kervan geçmez, kargo da gelmez. İnternet kitapçısından ısmarladığım kitabı, bir günümü yiyerek ilçedeki kargo bürosundan almaktan bıktım. Sahaf arkadaşımla anlaştım. Şimdi kitabı o alıyor Aynı binadaki kırtasiyeciye taratıyor. Şu kitapların sırtını kesip para sayma makinesi gibi pırrt diye tarayan makinelerde. Sonra bana jpeg dosyasını çıktı olarak gönderiyor. Abby Fine Reader’la 5-10 dakikada pdf olarak ihraç edip Calibre, telefon ve tablete yüklüyorum. Nesnelerin İnternet’i bu olsa gerek! Scotty bizi henüz ışınlayamıyor ama kitapları ışınlıyoruz.

Fakat… Nasıl başlamıştık: “Kitaba dokunmanın verdiği his… Rengi. Kokusu. Şöyle iki elinizle tuttuğunuzdaki ağırlığı… Papirüs rulo bunların hiç birini size veremez.”  Bunlar da tablet mi? Nerede o Asurbanipal’in kiremit tabletleri! Gerçi biraz ağırdılar ama!

Öne Çıkanlar
YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Diğer Haberler
Son Dakika Haberleri
KARAR.COM’DAN