Rasim Özdenören: Roman kendi alanına sahip çıkıyor, asla ölmez

Rasim Özdenören: Roman kendi alanına sahip çıkıyor, asla ölmez

ilk öyküsünü 14 yaşında kaleme alan, bugüne kadar pek çok kitaba imza atan Rasim Özdenören'ni kapısını çaldık; öykünün olmazsa olmazından Cemil Meriç'in "Roman Ölecek" sözlerine, 50 kuşağı hikayecilerinden yazmak isteyip de yazamadıklarına kadar pek çok farklı konuyu konuştuk.

SEMİHA KAVAK

Cemil Meriç bir konuşmasında “Roman aylak tecessüsün ürünüdür, roman ölecek” demişti. Rasim Özdenören ise tam tersini düşünüyor: “Yeni bir icattan sonra bir öncekinin öleceğine dair kehanet hep dermeyan edilmiş ama hiç tutmamıştır. Bundan sonra da tutmaz. Her alan kendi iç değerinin dinamiklerini ortaya çıkarıyor. Roman kendi alanına sahip çıkıyor. Bunun için gerek Fransa’da gelişmiş olan yeni roman, gerekse Amerika’da gelişmiş olan bilinç akımı, bu türün ölmeyeceğini gösteriyor.” Hikâyelerinizin çoğunda mekânlar öne çıkıyor, ağırlıklı olarak tasvirler yer alıyor. Aileniz nedeniyle çeşitli şehirlerde bulundunuz, sonrasında bu durumunuz sürdü. Hikâyelerinize bu durumun etkisi var mı? Hikâyelerimizde mekân değiştirmemizin etkisi var mı yok mu onu ben bilemem. Bizim yaşantımızda var olduğuna göre dolaylı veya dolaysız bir biçimde ürüne yansımış olması düşünülebilir. Öykülerimizde tasvirler ana unsurlardan biridir. Betimlemeler öykünün neredeyse görünmeyen kahramanı bile sayılabilir. Öykülerin yanı sıra roman alanında da yazma gayretiniz var. Gerçi siz yazmayı birbirinden ayırmıyorsunuz, bir alana yoğunlaşmak daha etkili olma anlamına gelmez mi? Roman yazmak için özel bir gayretim olmadı. İstesem yazabilir miydim? Sanırım yazardım. Ama öykü benim için yeterince doyurucu bir alan… Cemil Meriç bir konuşmasında “Roman aylak tecessüsün ürünüdür, roman ölecek” demişti. Siz romanın geleceğini nasıl görüyorsunuz, roman Türkiye’nin kültürel geleceğinde etkili olabilir mi? Sondan başlayalım. Geleceğe dair herhangi bir tahminde bulunmak kehanet olur. Romanın geleceği kurması diye bir ön yargıda bulunmak da doğru olmaz. Geçmişte de geleceği kurmadı. Roman ölür veya ölmez onu bilemem. Ama ölürse Cemil Meriç’in söylediği gerekçelerle ölmez. ‘Roman aylak tecessüsün ürünüdür’ diyor merhum üstat. Ona göre, roman vaktiyle, felsefenin, psikolojinin, tarihin, sosyolojinin yerini tutuyordu. Şimdi bunlar ayrı ayrı alanlar haline geldiğinden romana yer kalmamıştır, dolayısıyla roman ölecektir, diyor merhum üstat. 19’uncu yüzyıl romanı için bu fikir kabul edilebilir olsa da yani romanın, felsefenin, psikolojinin, sosyolojinin yerini tuttuğunu kabul etsek bile, bugün roman aynı işlevi sürdürmüyor. Yeni roman olsun, bilinç akımı olsun 19’uncu yüzyıl romanı anlayışını aşmış bulunuyor. Günümüz anlayışında kimse romana felsefenin, psikolojinin işlevini yüklemiyor. Roman kendi alanına sahip çıkıyor. Bunun için gerek Fransa’da gelişmiş olan yeni roman, gerekse Amerika’da gelişmiş olan bilinç akımı, bu türün ölmeyeceğini gösteriyor. Bu yeni bir icattan sonra bir öncekinin öleceğine dair kehanet hep dermeyan edilmiştir ama hiç tutmamıştır. Televizyon çıktığında radyo ölecek, radyo çıktığında gazete ölecek, kamera çıktığında resim sanatı ölecek iddiası her zaman ileri sürülmüş fakat tutmamıştır. Bundan sonra da tutmaz. Her alan kendi iç değerinin dinamiklerini ortaya çıkarıyor. Yeni söylem şekillerini ortaya çıkardığı için de kendi varlığını sürdürüyor. Dolayısıyla romanın kendini yenileyerek devam edeceğini söyleyebiliriz. 1950 kuşağının öykücülerini usta öykücüler olarak görüyorsunuz, buradan günümüze bakarsak öykücülüğümüzün bugününü ve yarınını nasıl görüyorsunuz? Bu konuda sizin başarılı bulduğunuz, beğendiğiniz isimler var mı, varsa kimler? 50 kuşağı öykücüleri bizim edebiyat tarihimizde bir patlama yaptı. Böyle toplu bir patlama olmadı 50 kuşağı öykücülerinden sonra. Oradaki öykücülerin her biri -isim de sayabiliriz- çok değerli ürünler ortaya koydu. Günümüzde münferit çıkışlar oldu. Ben bunların içinde en önemli çıkışı gerçekleştirmiş olarak Hasibe Çerko’yu görüyorum. Onun öykülerinin yeni bir atılım olduğu kanısındayım. Bir konuşmanızda “Bütün çalışmalarım yazmak isteyip de yazamadıklarımdan ibarettir, zaten onu bir kere başarabilsem altına yekûn çizgisini çekeceğim ve tamam bu iş burada bitti diyeceğim” diyorsunuz. Nedir o yazmak isteyip de yazamadığınız, yazmanızı gerekli kılan şey? Yazma serüveninizi nasıl görüyorsunuz, bu serüven ömrünüz elverdiğince sürecek mi? Biz bir anın öyküsünü yazmaya teşebbüs ettik diyoruz. Başlangıçtan itibaren onu da başaramadığımızı söylüyoruz. Bu, öykülerin başarısız olduğu anlamına çekilmemeli. Bu benim kendime yönelttiğim bir yargı. O anın öyküsü yazılabilir mi? Bunun yazılamadığı anlaşılıyor, ama bu, bizi o gayretten geri çevirmiyor. Dolayısıyla bu durum, Einstein formülü gibi olup biten, sonlu bir şey değil. Bir süreç işidir o, kendini tekrarlayarak veya tekrarlamayarak süren bir süreçten bahsediyoruz burada. Sabahleyin uykudan uyandığında ne görüyorsun, o an yaşadığın anlam nedir? İlk defa, günün ilk anında aynaya baktığında kendini, yansımanı gördüğünde sende oluşan izlenim nedir? Bunlar bir anlık olaylar fakat bu bir anlık olaylar yazmaya teşebbüs edildiğinde fotoğraf kamerasıyla tespit edilen bir enstantane halinde tespit edilemiyor yazıda. O yaşantı akışan, gelişen bir olgu. İlk gördüğün anı kovalayan anlar var. O andan önce senin bir yaşantın var. O yaşantının getirdiği birikimle aynada kendini görüyorsun, gözyaşı döküyorsun veya gülümsüyorsun. Yahut herhangi bir şey düşünüyorsun ya da aklından geçiriyorsun. Bir anda olup biten ve kategorik olarak orada sabit duran bir fenomen değil bunlar. Süren bir olgu... Tren yolu gibi. Ama tren yolunun bir milimetrelik kesitini nasıl önünden sonundan ayırarak belirleyemez sen, o anlar da öyle. Ama yine de çaba bizden diyerek anlatmaya çabalıyoruz aynı olguyu. Bizim kültürümüzün bazı edebiyat dallarına uzak olduğu iddia edilir.

Cemil Meriç romanda gelecek görmezken Mustafa Kutlu da bizde trajedinin olamayacağını, olsa olsa bir nefs muhasebesi anlamına gelecek eserler yazılabileceğini söyler. Bu konuda siz nasıl düşünüyorsunuz? Ben bu iki görüşe de katılmıyorum. Cemil Meriç ‘Osmanlı’da roman yoktur, çünkü roman aylak tecessüsün eseridir, Osmanlı da Müslüman olan bir millet olarak aylak tecessüse yaşantısında yer vermemiştir’ diyor. Romanı böyle görüyorsak hem romanı yanlış anlamış oluruz hem de aylak tecessüs teşhisi yanlış yerde kullanılmış olur. Romanın aylak tecessüsle ilgisi yok. Tam tersine uyanık bir tecessüsün, uyanık bir merakın işidir o. İkincisi, roman Batı’da aydınlanma döneminin eseri. Yani insanın ortaklaşa bir kavram olmaktan çıkıp birey olarak, insan teki olarak anlaşıldığı, öyle kabul edildiği bir dönemin ürünü. Roman insan teklerini anlatıyor. Bizim edebiyatımızda Mesnevi’yle roman arasında, Mesnevi’yle hikâye arasında irtibat kurmaya çalışan yaklaşımlar var. O da doğru bir karşılaştırma değil. Mesnevi’de ortak insan karakteri ele alınır. Tipler yok orada. Karakterler var. Mesnevide insan karakteri olarak hayvanlara da müracaat edilebiliyor icabında. Ama liberal çağın romanı bireyi öne çıkarıyor. Günümüz romanının prototipi olan Cervantes’in Don Kişot’u, bireyi öne çıkarıyor. Don Kişot olsun onun yardımcısı Sanço Panço olsun bunlar birey karakterler olarak anlatılıyor. Bunun Mesnevi türüyle uzaktan yakından ilgisi yok. Mesnevi insanı tip olarak anlatmıyor, öyle bir derdi yok onun. İnsana birey olarak bakmıyor, temel farklılık burada. Ben Cemil Meriç merhumun bir sosyolog olarak bunu değerlendirmesini beklerdim. Öbür taraftan sanıyorum trajik olana yanlış bir anlam yükleniyor. Müslüman olmakla gâvur olmakla alakası yok trajik pozisyonla karşılaşmanın. ‘Sofi’nin Seçimi’ filminde bir sahne var. Orada Sofi’nin başına gelen herkesin başına gelebilir. Sofi çocuklarını Nazi zulmünden kaçırmak için yanına alıyor, fakat yolda kendisini gestapo şefi çeviriyor. Çocuklarını toplama kampına götürmek üzere elinden almak istiyor, Sofi de yalvarıyor: “Hiç olmazsa birini bana bırak!” diyor. Gestapo şefi de: “Madem öyle, karar senin, hangisini alacaksan al, vaktim yok, çabuk ol!” diyerek kararı Sofi’nin seçimine bırakıyor. Şimdi Sofi iki oğlundan hangisini seçerse seçsin diğerini ölüme gönderecek. İşte Sofi’nin o karar anındaki pozisyonudur trajik olan. İki müspet değer arasında seçme zorunluluğuyla karşı karşıya bırakılmış olan insanın durumu. Bunun gâvurlukla, Müslümanlıkla, Hıristiyanlıkla ne alakası var? Böyle bir durumla herkes karşılaşabilir. Bir kitabınızın ismi ‘Yeniden İnanmak’. Bugünkü çağda ne anlama geliyor bu? İçinde bulunduğumuz dünyada sizce imanın şartları neler olabilir, neleri kabul edip, neleri reddetmeliyiz? Kitapta şunu söylüyoruz genel olarak, asr-ı saadet Müslümanıyla günümüz Müslümanı arasında şöyle dramatik bir farklılık var: Asr-ı saadet Müslümanı kendisine tebliğ edilen hükmü hemen hayatına geçiriyor, namaz kılınacak denmişse herkes namaz kılmaya başlıyor, içki içilmeyecek denmişse kimse bunu tartışmıyor. Kimse ‘Efendim bizim yıllanmış şaraplarımız var. Şunları tüketsek de ondan sonra bu işe başlasak’ demiyor. Oysa sonraki Müslüman tamamlanmış bir dinin içine doğuyor. Tamamlanmış bir dinin içine doğduğu için de o dini kendi hayat tarzına uyarlamaya çalışıyor. Böylece İslam’la sosyalizmi, İslam’la Marksizm’i, İslam’la liberalizmi, İslam’la kapitalizmi uzlaştırmaya çalışan görüşler ortaya çıkıyor. Yani İslam’ı tek başına ele almıyor. İçine doğup büyüdüğü kapitalist veya sosyalist telakki tarzıyla İslam’ı uzlaştırmaya çalışıyor. İslam sosyalizmi, İslam liberalizmi gibi tamlamalara gidiyor. Oysa bunların hiçbiriyle uzlaşmaz İslam. İslam’da faiz yasağı var, sosyalizmde de faiz yasağı var. Fakat her iki yasağın nedeni birbirinden farklı. Sosyalizmdeki faiz yasağının nedeni özel mülkiyete yer olmamasından dolayı. Faiz özel mülkiyetin bir fonksiyonu. Oysa sosyalist ortamda özel mülk tanınmadığı için faizin de teorik olarak olmaması lazım. Şayet birileri hem sosyalist ortamda yaşıyor hem de faizle iştigal ediyorsa, bu, kurulu düzenin temel argümanlarına bir karşı çıkışı varsayar. Orada bir gayrimeşru durum söz konusu demektir. Dolayısıyla faizle iştigal edenin cezası mesela Sovyetler Birliği’nde en ağır ceza olan idamdı. Çünkü faizle iştigalin kurulu düzenin temelini dinamitlediği varsayılıyordu. Oysa İslam’da hem özel mülkiyet var hem faiz yasağı. Buna mukabil zekât mecburiyeti var. Zekât nedir? Malın maldan arındırılması. Keynes diyor ki; ‘Faiz oranıyla servet ters orantılıdır.’ Keynes’in görüşünü uç noktaya götürdüğümüzde, matematiksel olarak yüzde sıfıra inen faizde servet sonsuza kavuşur. İslam ise sadece faizi sıfırda tutmuyor, faizi negatife indirgiyor. Nasıl mı? Zekâtla... Zekâtın tek başına yürürlükte olduğu yeri tam kavrayabilmek için İslam’ın bütün hükümleriyle yaşandığı ortamı hesaba katmamız lazım. Bugün Türkiye’de tutalım ki herkes zekâtını veriyor. Ama zekâttan doğan zenginliği görebiliyor muyuz? Görmüyoruz. Niye? Çünkü zekâtın olduğu yerde faizin olmaması lazım. Hem faiz var hem zekât varsa orada İslam uygulanmıyor demektir. Orada zekât kendi fonksiyonunu icra etmiyor demektir.

Öne Çıkanlar
YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Diğer Haberler
Son Dakika Haberleri
KARAR.COM’DAN