Yazma yalnızlığı

Yazmak kendine has bir yalnızlığı gerektirir; bir tür içe dönme, tefekkür ve tahayyül hâli… Toplumla ve nesnelerle günlük ilişkileri arttığı oranda ‘yazma yalnızlığı’ndan kopar, iç sesinden uzaklaşır yazar. O hâlde yazma yalnızlığı, yazarın dış dünyadaki kalabalık ve gürültüden kopup kendine kapanması, iç sesini dinlemesi, tahayyül ve tefekküre dalabilmek için kendisiyle hayat arasına mesafe koymasıdır. Bu mesafe onu günlük ilişkilerin ağına düşmekten korur ve yazmak için gerekli olan derinlikli bir bakış sağlar. Çünkü James Joyce’un dediği gibi iyi bir sanat eseri “derinlikli bir yaşamdan” sadır olur.

Bu düşünceyi bana geçen gün Cemil Kavukçu’nun Örümcek Kapanı adlı kitabındaki “Yazmayı Bırakabilmek” başlıklı yazısı çağrıştırdı. Yazıda 81 yaşına gelen ünlü yazar Alice Munro’nun yazmayı bıraktığı belirtiliyordu. Ömrünü yazmakla geçiren bir insan yazmayı bırakabilir mi? Zor elbet! O da tüm yazarlar gibi bir yazma sevdalısıdır çünkü. Ama verdiği cevap önemli ve yazmak için gerekli olan bir hayat tarzına işaret ediyor. Diyor ki;

“Yazmayı sevmediğimden değil (…) ama hayatınızı başka türlü düşündüğünüz bir aşamaya giriyorsunuz. Eğer benim yaşımdaysanız, bir yazar kadar yalnız olmak istemezsiniz.” (s. 87)

Bu satırlardaki “bir yazar kadar yalnız olmak” ibaresi, o kadar derin anlamlar içeriyor ki!.. İnsan galiba yaşlandıkça ‘bir yazar kadar yalnız olma’ya katlanamıyor, odasından çıkmak, çevresinde sesler duymak istiyor. Başlangıçta ne de yiğittir oysa, dış dünyaya sırtını döner, içindeki sınırsız tahayyül ve tefekkür coğrafyasında dört nala at koşturur; kurmacanın evreninde mutlu ve asude cevelan eder. Her şeye, hayata, insanlara kendine has bir odadan bakar. Çünkü yazmak, tefekkür ve tahayyül ister; tefekkür ve tahayyül ise içe dönmeyi; dış dünyadan, kalabalıklardan, gürültüden kopmayı, evrene sadece kendine ait bir odadan -kendine özgü bir temaşa ile- bakmayı gerektirir.

Ancak belli ki yaş ilerleyince, Alice Munro’da olduğu gibi, hayatın yalnızlığı, yazma yalnızlığına galip geliyor; içindeki yalnızlığı sürdüremiyor yazar, belki de artık buna gücü yetmiyor…

Geçenlerde okuduğum Max Jacop’un Genç Bir Şaire Öğütler adlı kitabında da vardı benzer düşünceler. Yazma çalışmasının ilk adımında, “Var ve görünür olandan var ve görünür biçimde ayrılmak gerek” diyordu Jacop. ‘Var ve görünür olandan ayrılma’, bir tür yazma yalnızlığı, içe dönme, yazma odasına kapanmadır işte. Devamında “Sen ile Ben’in arasına bir uçurum koyun. Ben’lerden bir kule kurun.” der. Kendini ‘sen’lerden ayırıp ‘ben’e kapanmak, içe dönmek, Jacop’un deyişiyle “Ben’lerden bir kule” kurmak!.. Yazarın içindeki fildişi kulesidir bu. Her yazar, böyle bir fildişi kuleye kapatır kendini. Bir tür gönüllü sürgünlük ya da gönüllü yalnızlık! Dış dünya ile yazar-ben arasına bir uçurum kazıldığında, artık hücresine, yazma odasına kapanmıştır, iç sesini dinlemeye hazırdır yazar…

Mario Vargas Llosa da Genç Bir Romancıya Mektuplar’da benzer şeyleri söylüyor. Öncelikle edebiyatın boş zamanlarda icra edilen bir ‘hobi’ değil, yazarın hayatını işgal eden ve günlük hayattaki tüm işlerin “içine sızan devamlı bir faaliyet” olduğunu belirtiyor. Ama en önemlisi Flaubert’in “Yazmak yaşamanın bir biçimidir” cümlesi. Doğru bence, edebiyatçılar “yaşamak için yazmazlar, yazmak için yaşarlar”. 81 yaşına gelmiş Munro’nun da işaret ettiği şey bu galiba. Yazmayı bırakmak, yazmak için yaşamayı terk etmektir bir bakıma; yazmanın yalnızlığından çıkıp hayatın kalabalığına karışmak!..

Günümüzde kültür endüstrisinin nesnesine dönüşen yazar, kalabalıklara sırt çevirip yazma yalnızlığına talip olabilir mi?..

YORUMLAR (5)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
5 Yorum