Zemin ve ufuk…

Yetmişler ve seksenler, Türkiye’de, “ideolojik iklim”den “bireyi önde tutan bir atmosfere”ne geçiş itibariyle bir bütün oluşturmuşlardı.

1990’lar ve 2000’ler ise “kimlik hareketleri” açısından bir süreklilik içindeydiler.

1990’ların ortasından itibaren Türkiye’nin siyasal hayatında 80’lerin “birey” meselesinin yanına toplumun derinlerinden gelen “grup” meselesi eklenmiş, ülke “kimlikler” meselesiyle karşı karşıya kalmış ve bunu tartışmaya başlamıştı.

Başka bir ifadeyle kültürel bir yapıya, kültürel bir değere ait olma hissi öne çıkmış, bu kültürel grup adına veya bu grubu korumak için seferber olmak hali de sivrilmiş, ilişkiler çatışmacı olmaya yüz tutmuş, çatışmalar ise kültürel değer çatışmaları haline dönmüştür. Türkiye’nin derin toplumsal çatlaklarından sıcak sular sızmaya başlamıştır.

Ancak bununla birlikte, kimlik hareketi hakim kimlik karşısında, hak, özgürlük ve alan talebini ifade ettiği oranda demokrasiyi gerekli kılmış, devreye sokmuştu.

Demokrasi, toplumda farklı değer sistemlerinin bir arada yaşamasını, temasını, hatta etkileşimini mümkün kılan bir sistem ise, tüm grup, kimlik ve bireyleri hak ve imkan alanlarından istifade bakımından eşitleyen bir yapı ise, bu girdi dün de bugün de önemlidir.

Ne var ki kimlik hareketleri kimi toplumlarda, ne denli önemli ve eşitleyici işlevler görürlerse, kimlik politikaları da tam tersi istikamette çalışırlar.

Nitekim 2010’larla birlikte Türkiye, işin bu faslıyla tanışmaya başladı. Madalyonun ilk yüzü kimlik ve eşitlemeyi, ikinci yüz kimlik ve hükümranlık takip etti.

Ve sorunları üreten eski hastalıklar, el değiştirerek yeniden üremeye başladı.

İster Kemalist, ister dindar, ister etnik olun, mağdur kimlik ya da hakim kimlik hangisi olursa olsun, kimlik politikası o kimliliğin alanını faydacı, keyfi, güç yöntemleriyle genişletmeyi hedefleyen siyasete, toplumsal hayata, “bir güç yarışı” bakan bir özellik taşır.

Bugünün iktidarını ve iktidardaki anlayışı tanımlar.

Ne var ki, sadece onlara has ve bugüne has değildir.

Kimlik politikaları, ki bundan hiçbir grup ve kesim muaf değildir, (ister etnik, ister Kürt, ister İslami ya da muhafazakar veya laik, seküler) değer etkileşiminin değil, çatışmasının göstergeleri oldular.

Toplum değişiyor.

Ne var ki, çağdaşlık ve demokratlığı, kendisine benzeyeni talep eden ve yücelten, farklı olanı yargılayan ve dışlayan bakış açısı, yaşadığımız tüm sosyolojik devinime ve değişime rağmen sert bir zihniyet çekirdeği olarak gücünü koruyor.

Kim olursak olalım, nerede durursak duralım, örnekleriyle ortada olduğu gibi bu çarkın aracı olmaktan kaçmak kolay değildir.

Ama mümkündür.

Yeter ki, haklı ya da haksız, bu istikamette alınan tavırların en büyük faturasının özgürlük iklimine çıktığını fark edelim.

Demokrasinin ruh açısından da anlamı burada gizlidir.

Tartışmanın temel işlevi “ötekini” dinlemek ve anlamaksa; anlamak farklı görüşler arasında etkileşime yol açıyorsa; etkileşim de zengin ve yaratıcı bir kimlik üretiyorsa, bu, eşitlikçi, özgürlükçü ilke ve kurallar etrafında şekillenen bir toplumsal mutabakat demektir, demokrat bir zihniyet demektir...

Demokrasiden beslenen ve demokrasiyi besleyen de işte bu mutabakat ve zihniyettir...

O güneş bir gün bu ülkeye doğar mı, bilmem?

YORUMLAR (21)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
21 Yorum