Kurban Bayramı hakkında dağınık notlar

Kurban Bayramı vesilesiyle neler yazmışım diye eski yazılarımı gözden geçirdim; baktım, yazabileceğim her şeyi yazmışım. Kirkegaard ve Ali Şeriati’nin kurban yorumlarından da söz etmişim, Tarkovsky’nin “Kurban” filminden de... Kurban meselesine sadece kaçıp trafiği altüst eden kurbanlık koçlar, boğalar ve onların peşinden koşan sahiplerinin komik halleri dışında ilgi göstermeyen, bu köklü geleneğin arka planını ve metafizik anlamını merak etmeyen aydınları ve medyayı da eleştirmişim; hac, kurban, namaz, oruç gibi ibadetler hakkında ilmihal bilgilerinin ötesinde farklı okumalar yapıp yeni yorumlar getirmeyen ilahiyatçıları da...

Kurban kesmenin bir hayvanı boğazlayıp fakir fukaraya taze et dağıtma fiilini çok aşan bir ibadet olduğunu, dolayısıyla karabet, nezahet, nezaket ve nezafet gerektirdiğini anlamayanlar da eleştiri oklarımdan nasiplerini almışlar.

***

Aynı şeyleri yazarsam kendimi tekrar etmiş olacaktım. “En iyisi,” dedim, “bilgisayarımdaki ‘Kurban’ klasöründe birikmiş fıkra ve anekdotları aziz okuyucularımla paylaşmak...” Mesela bir fıkra not etmişim. Türk medyasının bin yıldır mensubu olduğumuz İslam dinine ne kadar bigâne olduğunu göstermek için mutlaka anlatılması gereken bir fıkradır bu:

Kurban hakkında vaaz dinleyen cahil bir kadın, kocasına, “Kuzum efendi, camide vaiz bir şey hikâye etti. Mısır’da bir kadın evliya varmış. Bir kız yerden çıkmış, keçisini boğmuşlar. Sen böyle şeyleri bilirsin, bunun aslı nedir?” diye sormuş. Adam uzun bir “lâhavle...” çektikten sonra,

“A kadın,” demiş, “hangi bir yanlışını düzelteyim? Senin dediğin yer Mısır değil Filistin. Senin dediğin kadın değil, erkek. Senin dediğin evliya değil peygamber, Hazret-i İbrahim. Senin dediğin gibi kız değil, oğul, Hazret-i İsmail. Senin dediğin gibi o yerden çıkmadı, gökten indi. Senin dediğin gibi o keçi değil, koyun. Senin dediğin gibi onu boğmadılar, boğazını kesip kurban ettiler!”

Madem fıkrayla başladık, kestikleri kurbanların tamamını kendilerine ayıranların mutlaka dinlemeleri gereken bir fıkra daha anlatalım:

Bir vaiz, camide Kurban Bayramı hakkında vaaz ederken dinleyenlerden biri bir kâğıt uzatır. Kâğıtta şunlar yazılıdır: “Vâlidem için keseceğim kurbandan kimseye hisse vermeyip hepsini kavurma yaparak bir çömleğe koymak niyetindeyim, nafakası olsun diye. Caiz midir, değil midir?” Vaiz notu cemaate yüksek sesle okuduktan sonra, “Yarın,” der tebessüm ederek, “cennet ehli kurbanlarına binip sırat köprüsünden geçerken bu kadının da kavurma çömleğine binmesi lâzım gelir. Git, sor, razı olursa öyle yap!”

Mevlânâ’nın Mesnevi’sini okurken kurbana atıfta bulunulan bazı beyitleri de not etmişim. Birincisi şöyle: “Peygamber buyurdu ki: ‘Pazarlarda iki melek daima dua eder. Ey Allah’ım, sen verenlere, ihsan edenlere fazlasıyla ver, nekes malını da telef et! Bilhassa canını bağışlayan, kendisini Allah’a kurban eden, İsmail gibi boynunu veren kişiye fazlasıyla ver! Hiç o boyna bıçak işler mi?” (Mesnevi I, b. 380)

Mesnevi’den not ettiğim diğer beyitler de şöyle: “Birisi, ârif bir âlime ‘Biri, namazda sesli ağlar, âh ederse namazı bâtıl olur mu?” diye sordu. Ârif âlim ‘Ağlayan ne görmüş, ona dikkat etmek gerek. Eğer Tanrı iştiyakına düşmüş de bu yüzden ağlamış yahut günahlarından pişman olmuş da ondan dolayı feryad etmişse namazı bozulmaz, daha kâmil olur. Çünkü ‘Kalb huzuru olmadıkça namaz, namaz değildir,’ denmiştir. Yok, bedenî bir hastalıktan yahut oğlunun ayrılığından ağladıysa namazı bozulur. Çünkü namazın aslı, bedeni, oğlu terk etmek ve İbrahim gibi oğlunu kurban edip Nemrud’un ateşine atılmaktır, namazın kemali için bu lâzımdır. Bu huylara bürünmek için Mustafa aleyhisselama da ‘İbrahim’de sizin için uyulacak huylar, sıfatlar vardır,’ diye emir gelmiştir (Mesnevi V, b. 1263)

***

Mevlânâ dedim de… Bu büyük sufinin aşığı Hammamizade İsmail Dede Efendi, 1778 yılında, Kurban Bayramı’nın birinci günü (10 Zilhicce) doğmuş ve kendisine bunun için İsmail adı verilmiştir. Büyük bestekâr, uzun bir ömrün sonunda hac farizasının ifa ederken Mina’da o sırada salgın olan koleraya yakalanır ve vefat eder (1846). Günlerden yine 10 Zilhicce, yani Kurban Bayramı’nın birinci günüdür. Yahya Kemal, Dede’nin Mina’da ölümünü bir rubaisinden şöyle anlatmıştır:

Tâûna giriftâr olarak Mînâ’da

Can verdi cehennem gibi bir hummâda

Fani ise öz bestelerin hallâkı

Doğmak yaşamak nâfiledir dünyâda

***

Kurban hakkındaki en etkileyici yorumlardan biri bence rahmetli Turgut Cansever’in yorumudur. Kendisiyle yaptığım bir röportajda, “Geçenlerde” demişti, “kurban meselesi üzerinde düşünürken, kurban kesmeyi, insanı insan olarak kurtarmak için yapılacak fedakârlığın sembolü olarak görmek gerektiğini fark ettim. Bu önemli; yani insanı hiçbir şekilde feda etmemek gerekiyor. İnsanı kurban etmemek için koyunu kurban etmek nasıl çok önemli bir genel davranışı ortaya koyuyorsa, bugün de insanı kurban etmemek için yeri geldiğinde -mesela- otomobili kurban etmeyi düşünmek gerekir tutumlu kent için...”

Bütün okuyucularımın Kurban Bayramı’nı kutluyor, bu mübarek bayramın aç ve susuz bırakılarak emperyalizmin ilahlarına kurban edilen milyonlarca insan için kurtuluş vesilesi olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyorum.

Derkenar

ARŞİV MESELESİ

Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı kurulunca, arşivin daha ciddi bir mesele olarak gündeme alınacağını ümit etmiştim. Ne var ki son günlerde yazılıp çizilenlerden can sıkıcı gelişmelerin yaşandığı anlaşılıyor. Gazetemizde yayımlanan bir haberden ve Prof. Dr. Zekeriya Kurşun’un Yeni Şafak’taki yazısından Osmanlı Arşivi’ne ömürlerini vermiş uzmanların diğer Başbakanlık çalışanları gibi personel havuzuna alındıklarını ve bir aydır hangi kurumlara gönderileceklerini endişe içinde beklediklerini öğrendim. Büyük bir kısmı, tercihleri sorulmadan, uzmanlık alanlarıyla hiçbir ilgisi olmayan kurumlara dağıtılmışlar bile. Önce inanmadım, ama konuştuğum herkes duyduklarımın ve okuduklarımın doğru olduğunu söyledi. Zekeriya Kurşun, haklı olarak, “Türkiye’nin tartışmasız olarak en büyük zenginliği arşivleridir. Saygın tarihçilerin kanaatine göre, milyonlarca belgeyi içinde barındıran eski Başbakanlık Osmanlı Arşivi tamamıyla çözümlenmeden dünya tarihi asla yazılamayacaktır,” diyor. Arşivler millî hafızamızdır ve bu hafızaya nüfuz edebilecek çok iyi yetişmiş uzmanlara ihtiyaç vardır. Arşiv uzmanlığı -hele bizim gibi harf devrimi yaşamış bir ülkede- kolay iş değildir. Kendilerini arşive adamış, her biri yetkin bir uzman olan arşiv çalışanlarının görevlerine iade edilerek bu büyük hatadan dönüleceğine inanıyorum.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.