Gülen konusunda yumuşak karnımız

Siyasetin hem ideolojik hem sosyolojik zemin üzerinde kutuplaştığı ortamlarda, her iki tarafın da nabzına şerbet veren bir oportünist gücün ortaya çıkması şaşırtıcı değil. Gülen’in başarısı aynı zamanda birkaç yüzünün olmasıydı. Türkiye’de mücadele içinde olan her iki tarafın da demokrasi ile sorunlu olmasından yararlanarak, kendisini Batı’ya bir demokrasi ve barış havarisi olarak sunmayı da becerdi.

Oysa bu cemaati yakından inceleyen veya onun tarafından taciz edilen birçok kişinin gözlem ve analizlerine de sahiptik. Hedef doğrultusunda kendisini hiçbir ahlaki ölçütle sınırlı hissetmeyebilen, muhtemel rakiplerini ya da ‘ehlileşmesi’ gerekenleri bazen en ‘vahşi’ yöntemlerle sindiren bir yapı ile karşı karşıya olduğumuzu görüyorduk. 2012’de Fidan’ın tutuklanma girişimi, hele 17/25 Aralık sonrası artık anlamama mazeretimiz yoktu. Gülen herkesin gözü önünde dört aşamalı bir sızma stratejisi izliyordu. Kurumlarda önce var olma, sonra yerleşme, ardından mıntıka temizliği ve nihayet hegemonya kurma aşamalarından oluşan bu organize çabanın farkında olmayan kalmamıştı. Eğitim, meslek ve evlilik gibi unsurlar cemaatsel bağımlılığı yapısallaştırarak bu ele geçirme planının başarısını garanti ediyordu. Nihayet bütün bunları çerçeveleyen bir kamu diplomasisi ve sistemden çıkışı engelleyen bir ceza mekanizması işliyordu.

***

2014 başında gözü ve niyeti olan herkes Gülen olgusunu, nasıl işlediğini biliyor, neyi amaçladığını seziyordu. Gülen çevresi bütün bunları kendi becerisi ile yaptı. Herkesi kullandılar ama kimseden, hiçbir dış güçten destek almadılar. Çünkü ihtiyaçları yoktu… Aksine Türkiye’deki güçlerini yurt dışında pazarladılar… Öte yandan bütün bunlar belki Gülen’in zihninde sadece uzak bir tahayyüldü. Gerçek güç konjonktürel fırsatlarla geldi ve örgüt bunların hepsini kullandı. Gülen başardı çünkü başarılabilir olduğunu gördü…

Dolayısıyla asıl soru bizlerin bu tabloyu zihnimizde ve yaşantımızda nasıl ve niçin normalleştirdiğimizdir… Acaba yumuşak karnımız neydi?

Sorunun muhtemelen iki cevabı var… Birincisi, Gülen cemaati kendi mensuplarına dinsel derinleşme, daha önemlisi kültürel ‘yükselme’ duygusu verebildi. Sohbet odalarından dışa taşan entelektüel dinamik özellikle maddi dünyaya sıkışmış iş insanlarına ve ufka aç genç öğrencilere cazip geldi. Bunda Kemalizm’in İslami kültürün toplumsal kurumlarını ezip geçmesinin, felsefi tadı toplumsalın dışına itmesinin önemli payı var. Ama Milli Görüş hareketinin bu boşluğu dolduracak entelektüel derinliğinin olmaması da ciddi bir etken. Gülen o boşluğu zekice doldurdu ve kendi etrafında bir ‘mıknatıs alanı’ oluşturdu.

***

İkincisi, bir büyük hayalin gerektirdiğini emek vererek, disiplinle, Batılı bir girişimci sistematiği içinde hayata geçirmesiydi. O hayal, dünyanın her yerinde eğitimi Gülenci bir ‘dokunuşla’ yeniden kurumsallaştırmaktı. Kalitesi yüksek okullar sayesinde ‘gelişmekte olan’ ülkelerde elit kesimin çocuklarına ulaşabildi. Böylece o ülkelerdeki yönetimlerle insani ve sosyal bağlar oluştu. Türkçe öğretimi birkaç nesil sonrasında onlarca ülkenin yönetiminin Türkçe bilmesini mümkün kılıyordu. Kim bilir belki de ilerde ortak dili Türkçe olan bir Afrika konferansı bile düzenlenecekti… Hepimiz bu çabayı önemsedik ve beğendik. Devletin yapamayacağını bu kişinin ve cemaatin yaptığını gördük.

İşte yumuşak karnımız buydu… Bazımız doğrudan bazımız seyirci kalarak Gülen’e kredi açtık… O da bunu hiç şaşırtıcı olmayan bir biçimde kullandı. Şaşırmadık çünkü o yüzünü de biliyorduk, ama belki de içimizdeki ezikliğin tatmin edilmesini daha çok önemsediğimiz için kondurmadık…

YORUMLAR (37)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
37 Yorum