Âşık Paşazâde haramilikte çocuklar kadar şenken

Tarihçiler, belli bir dönemde kanunların nasıl uygulandığı sorusuyla ilgilendikleri gibi, kanunların zaman içerisinde uğradıkları değişikliklere bakarak uygulama hakkında fikir sahibi olmaya da çalışırlar. Kanun koyucu değişikliği açıklarken bazen eski kanun ve uygulamanın ne merkezde olduğu yolunda bilgi verir. Bazen de herhangi bir açıklama yapmaya gerek görmeksizin, söz konusu hükmün eski hâlini zikretmekle yetinir. Her hâlükârda, kanunlar, geçmişe göndermede bulunabilir ve amaçları tarihçilik yapmak olmasa da bize bir geçmiş görüntüsü verebilirler.

18-05/05/ekran-resmi-2018-05-05-234541.png

Osmanlı kanunnamelerinde, geçmişin kanunlarına ve uygulamalarına, bazen de Müslüman veya değil, Osmanlı öncesi bir devletin kanunlarına sıkça göndermeler yapıldığını görmek mümkündür. O dönemlerle çağdaş bilgi ve belgenin elimizde olmadığı veya kısıtlı olduğu hâllerde bu referansların muhakkak ki belirli bir değeri vardır. Mesela, 17. Yüzyılda yapılan ve Kanun-ı Cedid adıyla bilinen derlemeden, penciğin I. Murad döneminde uygulamaya konduğunu öğreniyoruz. Üstelik burada yıl da zikrediliyor : “764 [1363] senesinde iptida esirden hums alınmak Murad Gazi zaman-ı şeriflerinde ferman olunup esir başına 125 akçe kıymet tayin olunup her esirden 25 akçe alınırmış.” Güzel. Böylece, Âşık Paşazâde ve onu izleyen diğer kroniklerin söyledikleri, başka bir kaynaktan da doğrulanmış oluyor.

Ama bu kadarı tabii ki Osmanlı toplumundaki pencik uygulamaları hakkında, hele ki zaman ve mekân boyutlarını da işin içine katıyorsak, kapsamlı bir hüküm vermemize yetmez. Son kertede o da ganimetin beşte birinin devlet için alınması esasına dayandırılsa da, giderek, ganimet olsun olmasın, köle olarak satılmak üzere pazara getirilen her esir için verilen nakdî bir vergiye dönüşen pencik resmini şimdilik dışarıda bırakarak, savaş esirlerinin beşte birinin toplanması uygulamasını biraz daha anlamaya çalışalım.

Bunun için evvelemirde pencik kanunnamelerine bakacağız. Altı kadar nüshası olan pencik kanunnamesi maalesef ancak 1493 yılına kadar geri gidiyor. Yine pencik kanunnamesi adıyla bilinen 1510 tarihli ikinci kanunname ise, hangi yaş ve cinsiyetteki esirlerden ne kadar vergi alınacağına dair bir tarifedir ve şu aşamada bizi ilgilendirmiyor. Aslında, pencik kanunnamesinden ayırmak için bu tarifeye “pencik resmi kanunu” demek daha doğru olur.

Hiçbir kanunun veya kurumun değişiklikten beri olmayacağını düşünerek soralım: Ganimet esirlerin beşte birinin devlet için toplanmaya başlanmasından 130 sene sonra çıkarılmış bir kanunname, o ilk dönemi ne denli aydınlatabilir? Bahusus modern tarihçiler o kanunnamenin metnini yorumlamada tam olarak anlaşamıyorlarsa…

Merhum Uzunçarşılı’nın yayımladığı iki nüshasından biri Temmuz-Ağustos 1493 tarihini taşıyan bu kanunname, o sırada pencikçibaşı olan Yusuf’un, padişahın divanına adam gönderip kanunname talep etmesiyle verilmiş. Maalesef, Osmanlı devletinin çıkardığı ve elimizde bulunan biricik pencik kanunnamesi niteliğinde olan bu metin, kendi döneminden önceki uygulamalara herhangi bir göndermede bulunmuyor. Anlaşılan o ki, penciğin nasıl toplanacağı hususunda bir anlaşmazlık veya tereddüt vardı. Pencikbaşı, akıncılara karşı elini güçlendirmek istemiş de olabilir.

II. Bayezid’ın ağzından düzenlenen kanunnamenin girişinde, “zümre-i guzzat ve fırka-i erbab-ı cihâdın” Allah’a yakınlığı ve mevkilerinin yüksekliğinden bahsediliyor, padişahın atalarının ilk kez ortaya çıkışlarından o güne kadar küfür günahını gidermeye ve putlara tapanların tapınaklarını temelinden yıkmaya çalıştıkları söyleniyor. II. Bayezid de onların sünnetlerini uygulama yoluna girmiş, gazâ ve cihâd kapıları açıkmış (hâliya ben dahi anların sünnetlerine sülûk idüp bab-ı gazâ ve cihâd meftuh olunmağın).

Kanunnameden öğreniyoruz ki savaşın merkezden onaylandığı böylesi bir zamanda düşmandan alınan esirlerin hepsinden kategorik olarak pencik alınmıyormuş. Metin, üç ayrı tür askerî eylem tarif ediyor. Birincisi için “Uç beğleri, akıncı yiğit ve yigil cem idüp darü’l-harbe seğirtmek akındır” diyor. Yani, uçbeyi konumunda olanlar, zayıf veya güçlü, akıncı toplayıp düşman toprağına saldırırlarsa bu “akın” olurmuş. Uçbeyleri, kendileri gitmeyip, adamlarını akıncılarla birlikte gönderirse, eğer gidenlerin sayısı 100 veya daha fazla olursa, “haramilik” denirmiş, gidenler yüzden az ise, o zaman da “çete” denirmiş. İlk iki kategoriden pencik alınırmış ama çete faaliyeti yapanlardan
alınmazmış.

Bu noktada kanunnameden biraz ayrılalım ve diğer uçtan, akıncıların dünyasından sesler duymaya çalışalım. Belki de eserini olaylardan yıllar sonra kaleme almasından dolayı kronolojisinde ufak hatalar olmasına rağmen tarihçi Âşık Paşazâde’nin akıncılarla birlikte karıştığı maceralarını anlattığı otobiyografik pasajları da vardır. Sırp Despotluğunun başkenti Semendire’nin 1439 yazında Osmanlıların eline birinci kez geçişinden önceki çatışmaları anlatırken “Fakir dahı ol zamanda Üsküb’e İshak Beg ile gelmiş idüm Kâbe’den. Gâh gâh bu maceralarda bile bulınur idüm. Ve bir defa İshak Beg’ün oğlı Paşa Beg ile ve Kılıccı Doğan ile haramılığa bile gitmüş idüm” diyor.

Küçük bir risk alarak, yukarıdaki pencik kanununun çıkarıldığı dönemden yarım asır kadar öncesini anlatmasına rağmen, tarihçimizin burada “haramilik” kelimesini alelade eşkıyalık anlamında değil, akıncılar dünyasının bir tabiri olarak kullandığını, başlarında bey değil, oğlu ve adamları bulunduğu için “haramilik” dediğini düşünüyorum. Ayrıca, beyin de bulunduğu büyücek bir çatışmayı da anlatıyor. Akıncılar, başlarında İshak Bey olduğu halde iki “alay”lık büyük bir birliği yenmişler. İshak Bey, bir noktada, “Hay gaziler! Yeter kırdunuz. Esir edün şimden gerü küffarı” diye müdahale etmiş. Âşık Paşazâde, “Vallâhi fakir dahı kırduğumdan gayrı beşin esir etdüm. Üsküb’e getürüb beş esiri o zamanda dokuzyüz akçaya satdum” diyor.

Bir akın söz konusu olmasına rağmen bu anlatımdan akıncıların, esirlerinin bazılarını pencik olarak verdiklerine veya nakit olarak pencik ödediklerine dair bir izlenim edinilemiyor. Hatta esirlerin ve diğer ganimetin gaziler / akıncılar arasında gereği gibi kısmet edildiğini gösteren bir işaret de yok. Tarihçi, şahsen kaç tane esir almışsa o kadarını götürüp pazarda satıyor. Teorik olarak bir esirini pencikciye vermesi gerekmez miydi? Evet, ama uygulamada ne olduğu anlamak için gazilere hangi koşullarda akın verildiğini bilmek durumundayız. Âşık Paşazâde, padişahın emrini şöyle aktarıyor: “Laz Elini [Sırp ülkesi] urun. Ve kalalarını yıkun. Ve halkını esir edün”. Öyle de olmuş. Tarihçi, “Gaziler şöyle doyum geldi kim dört yaşar [yaşında] oğlan Üsküp’te yirmi akçaya satıldı” diyor. Anlatımının hiçbir safhasında pencik yok. II. Murad, daha sonra da örnekleri görüldüğü gibi o seferde penciği affetmiş olabilir.

Kanunnameye dönersek, bir bölüm de kimin nasıl “ağırlanacağı” üzerinedir. Akın ve haramilik olduğunda, esir alınan ve akın beylerinde, pencikcilerde, toycalarda ve akıncılarda bulunan bütün oğlanları pencikcibaşı defter edip, kayıt altına almalıymış. Daha sonra, “Akın beği ol akında kendü kisbiyle çıkarduğu oğlandan yirmi oğlan ile ağırlana ve pencü yekçiler kendü kazancı ile çıkardığı oğlandan beşer oğlanla ağırlana” diye başlayan bir sıralama yapıyor metin. Toycaların belli başlıları birer oğlanla, “alçak hallü toycalar” yani düşük rütbeli akıncı subaylarının ise ikisi bir oğlan ile ağırlanıyor. Bu belirtilen sayılardaki genç erkek esirin sayılan kişilerin elinde bırakılması demek. Bir de anlaşılıyor ki görevleri devlet adına beşte birlik esirlerin toplanması olan pencikciler de fiilen akınlara katılıyormuş ve onlara da beşer esiri kendileri için tutma hakkı tanınmış.

Kanunun devamı fevkalade ilginçtir:

“[A]ğırlıktan ziyade gelen oğlan on yaşından on yedi yaşına varınca alına ve on yedi yaşından tecavüz edenlerin dahi bazısında kabiliyet olursa ol dahi alınup esir sahibine her oğlan için Hazine-i Âmire’den üç yüz akçe verile; alınacak oğlan malûl ve mariz olmaya, oğlanlık âsarı galip olup sakallı olmaya.”

Uzunçarşılı ve onu izleyen bazı tarihçiler bu pasajı pencik oğlanı toplanmasını anlatıyor olarak yorumlamış. Uzunçarşılı, kime ne kadar esir bırakılacağını aktardıktan sonra, “[M]ütebaki erkek esirlerin on ile on yedi yaşlıları arasındakilerin kusursuz ve sağlam olanlarından her biri üç yüzer akçeye devletçe satın alınırdı” diyor.

Yukarıda kanunların zaman içerisinde uğradıkları değişikliklerden bahsettim. Dolayısıyla uygulama da değişebilir tabii ki. Fakat böyle mi olmuştu gerçekten? Devlet, 1493’te artık, beş ganimet esirin birini “pencik oğlanı” olarak toplamıyor muydu? Peygamberin vefatıyla onun hissesinin düştüğü yolundaki Hanefi fıkhı görüşüne daha uygun bir uygulama mı söz konusuydu şimdi? Ganimet esirlerden pay alınmıyor ama belli bir tazminat ödenerek acemi ocağının ihtiyacı mı karşılanıyordu? Böyleyse ve ganimetten devlet payı olarak el konan esirlere değil de, devletin satın aldığı esirlere artık “pencik” deniyorsa uygulama gerçekten de tanınmayacak denli değişmiş demektir.

Ben öyle olduğunu düşünmüyorum. Burada, uygun yaşlardaki erkek esirlerin beşte birinin devlet için toplanması değil, “Kendi kisbi/ kazancıyla çıkardığı oğlan” ifadelerinden de anlaşılabileceği üzere başka bir hadise anlatılıyor. Devlet, kendi alacağı beşte birlik pay için bu düzenlemeyi yapmamış, akıncıların payına düşen beşte dört içinden istediği esirleri almak peşindedir. Böyle bir hakkı olmadığı, akıncıların kendi kazancı olan esirlere bedelsiz el koyamayacağı için de tazminat ödeme yoluna gitmiştir. Burada bir de rütbeye ve mevkiye göre bir “ağırlama” sistemi getirerek esirleri elde edenlere bir çeşit rüçhan hakkı tanımaktadır. Zaten dikkat edilirse 300 akça karşılığı satın alınan esirlerin, belirli bir yekûnun şu veya bu kadarlık bir kısmı olduğu söylenmiyor ve onlardan pencik olarak bahsedilmiyor.

Üstelik kanunun bir sonraki maddesi ayrıca pencik alındığını açıkça gösteriyor: “Ve pencü yek oğlanı alınmalu olıcak sancak beği ve toycalar muavenet ideler; ol babda hiç ahad mâni olmaya. Eslemeyeni sancak beği sekide [sustura], ziyade temerrüd ideni yazup bana bildireler; ben hakkından gelürüm.” Pencik alınması dendiğinde devletin 300 akçaya esir satın alması kast ediliyor olsaydı akıncılardan inat eden veya ayak direyen de pek olmazdı… Kanun, pencikcilerin, pencik oğlanı toplayacakları zaman akın beyinin yardımına başvurmalarını, toplanan pencik oğlanlarının kaydını hem pencikcinin hem de akın beyinin iki ayrı defter hâlinde tutmalarını ve pencik oğlanları padişahın başkentine ulaştığında her ikisinin de kendi defterlerini ona ulaştırmalarını da emrediyor.

Konu uzun, karmaşık ve maalesef Osmanlı toplumundaki önemine rağmen pencik uygulaması hakkında henüz fazla bir şey bildiğimiz söylenemez. Mesela, söz konusu olan fıkhî anlamda ganimetin humsu ise, kadın esirlerden de aynî pencik alınması gerekmez miydi? Kadınlardan tabii ki ordunun ihtiyaçları ileri sürülerek pencik alınamazdı ama söz konusu olan devletin beşte birlik hakkı ise onların beşte birine de fiilen el konabilirdi. Bu yönde kaynaklarda bir şeye rastlamadım. Nakdî penciğin, bu nokta gözetilerek ihdas edildiği tabii ki bir fikir olarak öne sürülebilir. Son olarak, sanki işler yeterince karışık değilmiş gibi, 1606 tarihli anonim Kavânîn-i Yeniçeriyan adlı derlemenin, atadan dededen yeniçeri olduğunu söyleyen sahibi gayet net bir şekilde devşirme uygulamasını anlatırken “Ve bu cem‘ olunan oğlana pençik oğlanı derler” demiyor mu? Onları toplamaya gidene de “pencik kulu” deniyormuş. Buyurun buradan yakın.

YORUMLAR (1)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
1 Yorum