Devletoğlu Yusuf: Türkçe der dersi müderrisler, ey Ahi

Germiyan asıllı Osmanlı şair ve yazarı Şeyhoğlu Mustafa, Yıldırım Bayezid’e sunduğu Hurşîd-nâme adlı mesnevisinde, “Rum eli” dediği Anadolu halkının Türkçe konuşmaya alıştığını ve baştanbaşa Türkçe konuştuğunu söyleyerek neden Türkçe yazdığını anlatmaya çalışmış, bunun yanı sıra Türk dili hakkındaki düşüncelerini de dile getirmişti. Neler dediğine bakmaya devam edelim:

Göbüt dildür bu dili irdedüm çok

Ağaçtır yâ ho taşdur kim taşı yok

Sovukdur tadı yokdur tuzu yokdur

Yavandur lezzeti vü özi yokdur

Belürmez aslı faslı yöni yoşı

Bilinmez kankıdır nâ-hôşı hôşı”

Dil, aradan geçen neredeyse altı buçuk asırlık sürede tabii ki değişmiş durumda. Yine de ilk bakışta bile Türkçenin soğuk, tatsız tuzsuz, yavan bir dil olduğunu söylediği görülüyor. “İrdemek” de kolay, Türkçeyi çok araştırdığını, incelediğini, üzerinde durduğunu söylüyor. “Göbüt” biraz daha karışık. Aslında daha sonraki kelimelerden yaklaşık bir anlam çıkarmak mümkün ama bu kelimeye biraz daha yakından bakalım.

Arap harfleriyle yazılan Türkçe kelimeleri okurken karşılaşılan güçlükleri örneklendirircesine, bu kelime Hüseyin Ayan yayınında “kübüt”, “göbüt” ve “gübüt” şekillerinde okunmuş. Tabii ki daha pek çok alternatif şekilde de okunabilirdi. Ayan, sözlük kısmında “gübüt” olarak kabul etmiş ve “kaba” kelimesiyle karşılamış. Türk Dil Kurumu’nun Derleme Sözlüğü’nde sadece “göbit” ve “göbüt” formları var. Göbütün çeşitli anlamları bulunuyor. İşin doğrusu bunlardan sadece Burdur yöresindeki “kuyruksuz kümes hayvanı” ve Isparta’da karşılaşılan “kısa boylu, şişman, göbekli” anlamları, “şekilsizlik” olarak yorumlanırsa biraz olsun buradaki bağlama uyuyor gibi. Ama emin de olamıyorum.

18-02/18/ekran-resmi-2018-02-18-001524.png

Yine Türk Dil Kurumu’nun Tarama Sözlüğü’nde ise kelime, “kötü, fena” anlamlarıyla karşılanmış. Hasan bin Hüseyin İmadüddin’in 1505’te hazırladığı ve merhum Ali Dehri Dilçin’in taradığı Şamil el-Lüga adlı Farsçadan Türkçeye sözlükte, “Duj” kelimesinin karşılığı, “Kakıyıcı ve iri hulu yani göbüt” olarak geçiyormuş. Aynı sözlükte “iri hu[y]lu” ise “Sert, haşin, kaba” olarak karşılanmış durumda. Yine Dilçin’in taradığı Kelile ve Dimne metninde, “Bizim melikimiz yavlak iri huludur, az suçtan ötürü kişiye çok ukubet eyler” deniyormuş. Şeyhoğlu, Türkçe için daha önce “Kuru vü sulb (katı) ü serddür Türke benzer” dediğine göre “göbüt” dediğinde de benzer anlamları kastetmiş olması mümkündür.

Mustafa’nın övündüğü nokta ise bu sert, haşin ve yavan dili işleyerek, “temiz ve tatlı” dediği Farsçadaki eserler gibi bir eser meydana getirmesidir. “Türkçedir” diye eserine önyargıya yaklaşılmamasını istiyor:

“Eğer Türkî diyüp yirmezler ise

Çoğından usanıp ırmazlar (ayrılmazlar, uzaklaşmazlar) ise

Ki başdan başa bu şehri göreler

Teferrüc-gâhını bir bir soralar

Göz irdükce gözeller göreler bikr

Ki irmeye bularun fikrine zikr

Garaz hûbun cemâlidür kemâli

Gerek Türkî tonansun ger Moğâlî”

Türkçedir diye eserini kötülemeyecek, uzun diye bırakmayacak olanların “şehrini” (Şehristân-ı Uşşâk / Hurşîd-nâme) dolaşmaları, görülecek yerlerini sorup öğrenmeleri hâlinde bakire güzeller göreceklerini, amacın da zaten güzelin yüz güzelliğini ve olgunluğunu görmek olduğunu, onun giyindikleri elbisenin Türkçe veya Moğolca olmasının önemli olmadığını söylüyor.

Dil, Şeyhoğlu için de fikirleri anlatmanın aracıdır. “Temâşâ eyleyen şehr-i Gilânı / Beğensimez dikenlü gül-sitânı” derken, döneminin anlayışına göre gelişmiş edebî zevkleri bulunanlara bir şeyler söylemek istiyor gibidir. Yine de başardığı işten memnundur:

“Benüm gül-zârumı kılgil temâşâ

Güler yüzler göresin göz kamaşa

Budak kim bunda dike başladum ben

Gülin uçmak gülinden aşladum ben”

Kendi bahçesine diktiği dalı Fars edebiyatının cennet gülünden aşılamış. Okuyanların beğeneceklerini, dikilen aşılı dalın yaşayacağını ve çiçekleneceğini düşünüyor.

Aynı yazarın 1401’de tamamladığı marifetnâme- siyasetnâme türündeki eseri Kenzü’l-küberâ ve Mehekkü’l- Ulemâ’sı (Bkz. Kemal Yavuz yayını) da benzer düşünceler içeriyor.

“[T]efekkür küncinde (köşesinde) oturdum ve birkaç bâb ma‘rifet kısmından Türkî dilince kaleme getürdüm. Ebyâtdan ve eş‘ârdan mâ‘nî takâzâsınca yirli yirine yitürdüm ve ebyâtdan şol ki bu za‘îf inşâsındandur sâde yazdum; ol ki ayruk üstâdlarundur adıyla zikr itdüm. Tâ ki mütâla‘a kılanlar, eğer gönül inkâr küdûretinden (kederlerinden) safî kılalar, bu Türkî dilde ol fâyideyi ve çâşniyi ve safâyı bulalar ki hemân Tâzîde ve Parsîde bulınur inşâ allâh u ta âlâ.”

Görülüyor ki dileği, okuyanların, ancak Farsça ve Arapça eserleri okurken alabildikleri tadı kendi yazdığı Türkçe metinde de bulmaları ve ondan faydalanmalarıdır.

Burada iki hususu vurgulamak isterim. Birincisi, Şeyhoğlu’nun gayet gelişmiş bir müelliflik ahlâkına sahip olduğudur. Eğer eserinde verdiği beyit ve şiirler kendi kaleminden çıkmaysa sadece yazmakla yetinmiş. Ama başka üstatlarınsa onların adlarını zikretmiş. İkincisi de, böyle yapabildiğine göre demek ki 1401 yılına gelindiğinde artık Türkçe yazan çizen bir “cumhur-ı üdebâ” ortaya çıkmaya ve şekillenmeye başlamış. Tabii ki Şeyhoğlu, mesela Mevlana’dan da alıntı yapıyor ama o, hâliyle Farsça. Ben, 14. Yüzyılın başlarından beri Türkçe yazan şairleri kastediyorum… Bunlar, Hoca Gülşehrî, Hoca Dehhanî, Hoca Mesud ve Elvân Çelebi’dir. Mesela, “Hoca Mes‘ûd buyurur rahimehullah” diyerek güzelce alıntısını yapıyor… Maalesef hangi eserleri olduğunu söylemiyor ve anlaşılan o ki bazı alıntıladığı eserler bugüne ulaşmamış ama darısı günümüz müntehillerinin başına diyelim.

Şeyhoğlu, bu eserini bitirirken de eserinin Türkçe olduğu konusuna dönüyor: “Mütâla‘a kılanlar bileler ki bu kitâb eğerçi Türk dilince te’lifdür ve illâ garîb tasnîfdür. Zinhâr ma‘rifet âşıkları ve taleb sâdıkları bu surete ikrâh-ıla nazar bırakmayalar.” Böyle dedikten sonra güzelin Türkçe veya Moğolca donanmasının önemli olmadığı yolundaki beytini Hurşîd-nâme’den bu metne de taşıyor. Kısaca, eserini okuyanlara tavsiyesi sırf Türkçe yazıldığı için ona küçümseme veya tiksintiyle bakılmaması ve içeriğini dikkate almalarıdır.

Türkçenin giderek bir yazı dili olarak kökleşmesine ve artık bolca alıntı yapılabilecek bir Türkçe külliyat oluşmaya başlamasına karşın, Şeyhoğlu Mustafa’nın Türkçe yazdığı için uyarı ve özür dileme arasında takındığı bu tavrın başka temsilcileri de vardı. Bunun “sahadaki durumu” ne kadar yansıttığını veya hepsi değilse de o dönem entelektüellerinin bir kısmı için bir üslupçuluk tezahüründen mi ibaret olduğunu söylemek güç görünüyor.

Gerçekten de Türkçe kitap yazdığı için şairleri- yazarları ayıplayan, onların yazdıklarını küçük gören birileri mi vardı? Yoksa Türkçenin yakın zamanlara kadar Anadolu’nun eski kent merkezlerinde yazı dili olmadığını bilen şairler, o “klasik” dönemlere bir öykünme içinde olup, o yüksek kültür dillerini şahsen bilseler bile, bilmeyen çoğunluğa ulaşmak kaygısıyla Türkçe eser kaleme aldıklarını vurgulayarak kendilerinin o yüksek kültürlere mensubiyetlerinin bulunduğunu ve dolayısıyla “entelektüelliklerini” mi ihsas ediyorlardı? Doğrusu cevaptan emin değilim. Yalnız şu kadarını söylemek mümkün görünüyor: Eğer gerçekten çekinecekleri bir okur grubu varsa o da kendileri gibi entelektüellerden oluşuyordu ve belki de o taraflardan gelebilecek eleştirilerin önünü kestirmek istiyorlardı. Birden fazla okuyucu kitlesi bulunduğunu akıllarında tutarak yazmış olmaları ise büyük ihtimaldir.

Türkçe yazmak üzerine görüş açıklayan pek çok şair ve yazardan biri de Balıkesirli Devletoğlu Yusuf’tur. Çeviri ve telif olarak Türkçe eserler yazılmasını en çok destekleyen hükümdarlardan biri olan II. Murad’ın saltanatının başlarında, 1424-25 yılında, Hanefi fıkhının en temel metinlerinden olan Vikâyetü’r-Rivaye’yi, yine manzum olan başka bir metin aracılığıyla Türkçeye çevirmiş, uyarlamış ve padişaha armağan etmiştir. Kemal Yavuz, Anadolu’da Türkçe eserlerin yazılış sebepleri üzerine olan hacimli bir makalesinde, Yusuf’un, “Türkçe yazmakta artık bir mahzur olmadığını” anlatmasına rağmen “O’nda bir çekingenliğin olduğu aşikârdır” gözleminde bulunuyor. Benzer bir şekilde, eski Türk edebiyatı araştırmalarıyla tanınan araştırmacılardan merhum Âmil Çelebioğlu da aynı şair için, “Devletoğlu Yusuf- herhâlde devrinde Arapça veya Farsça kitap yazmak daha makbul olmalı ki- eserini Türkçe nazmettiğinden dolayı özür diler” diyor.

Yusuf’unki bugün anladığımız anlamda bir özür dileme değil de bir gerekçelendirme olsa bile bu yorumların, onun kitabını Türkçe yazmasını savunmak için kullandığı ifadelerden kaynaklandığı açıktır. Kendi döneminde sadece toplumda değil bilim ve eğitim dili olarak Türkçenin kullanımı hakkında önemli gözlemler taşıdığı için bu ifadelere yakından bakmaya değer:

“Dinlen imdi Türkçe bir manzum kitâb

İtdüğümçün siz bana itmen ‘itâb

İy nice gördük ulu ‘âlimleri

‘İlm ile hem ‘âmil ü kâmilleri

Türk dilince düzdiler bunca kitâb

Ma‘nî yüzinden götürdiler nikâb

Kimse anı görüp inkâr itmedi

Hem idenler (Türkçe söyleyenler) dahı hiç ar itmedi

Özrini hem anda kıldılar beyân

Hayr-ı nâs olmak dilediler hemân

Yani ma‘nî fehm olur bî-iltibâs

Menfa‘at görür pes andan cümle nâs

Pes bularunla benim özrim biter

Nazmıçün dahı manzume yiter

(…)

Bu kitâbun dahı lafzı Türkîdür

Kendüden ‘âlimleri bu ürkidür

Lîk çün ma‘nî-durur maksûd hemân

Türkî dilince n’ola ger olmaz ziyân

Türkçe dir dersi müderrisler iy ahı

Hem muhaddisler müfessirler dahı

Bu-Hanife kim odur sahib-i usûl

Ma‘nîdür Kur’ân didi bir kavl ol

Pârisice Kur’ân’ı caiz gördi pes

Kim namazda okısan kılsan heves

Eyle olsa her ne dilce olsa ger

Lafz alet ma‘nî olur mu‘teber

Âşık Paşa’dan beri tanıdık düşünceler bunlar. İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin Kur’an’ı anlamanın önemli olduğunu, dolayısıyla namazda isteyenin Farsça Kur’an okuyabileceği sözünü aktarıyor. Öyleyse her dil için durum aynıdır. Kelimelerin sadece bir araç, anlamın ise amaç olduğu düşüncesini işliyor. İnsanlara hayırlı olmak isteyen nice âlimler geçmişte pek çok Türkçe kitap yazmışlar. Yazdıklarının manası açıkça anlaşılınca bütün halk bundan yarar görmüş…

Bu arada not edeyim; benim kullandığım nüshada, biri, Muslihuddin Mustafa’nın Arapça- Türkçe, meşhur Ahterî adlı sözlüğünü kullanarak bilmediği kelimeleri derkenâr etmiş. Mesela, “Yani ma‘nî fehm olur bî-iltibâs” dizesinin anlaşılması için elzem gördüğü “iltibâs” kelimesi için, “Örtülü olmak ve belürsüz olmak. Ahterî-i Kebir” kaydını düşmüş. Dolayısıyla “bî-iltibâs” kelimesi de örtüsüz, açık, karışık olmayan oluyor. Belki de, anlaşılmasının güç olduğunu düşündüğü kelimelerin anlamını sözlükten yazarak halka faydalı olmak ve hayır hasenat işlerini devam ettirmek istemiştir.

Metne dönersek, Devletoğlu, aynen Şeyhoğlu gibi artık bir Türkçe külliyat olduğunun farkındadır. Nice büyük âlimler Türkçe yazdığı için, Türkçe yazmaktan hiç utanmadığı için kendisinin de paylanmamasını diliyor. Daha ileride, “Eyle olsa Türk dilidir tar ola / Bunca elfâz anda pes tekrar ola” diyerek Türkçenin yetersizliğinden yakınıyor, daha doğrusu yeterince farklı kafiye bulamamasını buna bağlıyor ama Türkçenin, pek de beklemediğimiz ortamlarda bile kullanıldığı yolunda söyledikleri de ortada. En çok sevdiğim ve her okuyuşumda beni gülümseten ifadeleri de bunlar. “Ne sandındı kardeş” tonlarında, medreselerdeki müderrislerin derslerini Türkçe anlattığını, hadis bilginleri ve müfessirlerin de Türkçeyi kullandığını söylüyor ya... İster istemez bana bugün “resmen” yabancı dilde eğitim yapan nice üniversitemizdeki ahvâli hatırlatıyor da ondan gülümsüyorum. Evet, değişiklik gani ama bazen de insana “hımm” dedirtecek ne devamlılıklar var.

YORUMLAR (12)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
12 Yorum