Gazi dediğin nasıl olmalı?

Gaziliğin somut tarihi hakkında bize bilgi veremiyorlarsa da ilmihâl kitaplarından ideal bir gazi tipi çıkarmak mümkündür.

Merhum Şinasi Tekin temel fıkıh bilgileri veren ilmihâl kitaplarının gazilik ve gazilik kültürünün anlaşılmasındaki öneme dikkat çekmiş, Risâletü’l- İslâm adlı ve Eski Anadolu Türkçesiyle yazılmış bir metnin gazilikle ilgili kısmını “Gazilik tarikası” adıyla yayımlamıştı.

18-04/14/ekran-resmi-2018-04-14-231346.png

Tekin ayrıca yayımladığı metni, 10.Yüzyıldan 15.Yüzyıla yayılan bir zaman dilimi içerisinde yazılan bazı diğer metinlerin alakalı kısımlarıyla da karşılaştırmıştı. Bunlar, Ebu’l-Leys-i Semerkandî’nin 10. Yüzyıldan kalma Tenbihü’l-Gafilin adlı eseri ve onun Usanları Uyarıcı adıyla Eski Anadolu Türkçesine yapılan tarihsiz tercümesi, Sedide’d-din b. Muhammed’in 12.Yüzyılda yazdığı Şir‘atü’l-İslâm adlı kitabı, yine bir 12. Yüzyıl metni olan Bahrü’l-Fevaid adlı Farsça metin, Tekin’in 14.Yüzyıl sonunda Anadolu’da yazılan anonim bir metin olarak kabul ettiği ve bugün Sayın Muzaffer Akkuş tarafından yayına hazırlanmış bulunan Kitâbü’l Gunya adındaki metin ve Molla Hüsrev’in 15. yüzyılda yazdığı meşhur Dürerü’l-Hükkâm fi Şerhi Gureri’l-Ahkâm adlı Arapça eseridir.

Muhakkak ki bu liste genişletilebilir. Mesela, Balıkesirli Devletoğlu Yusuf’un 1424-25’te, Vikâyetü’r-Rivaye’adlı eserden tercüme- adaptasyon yoluyla oluşturduğu eseri, hem erken sayılabilecek bir dönemde manzum olarak Türkçe yazılmasından, hem de kendisine esas teşkil eden eserin Hanefi fıkhının temel metinlerinden biri olmasından dolayı kesinlikle dikkate alınmalı, gaza, cihat ve genelde İslâm’da savaş hukuku hakkında neler söylediği incelenmelidir.

Bu tür ilmihâl veya fıkıh elkitaplarından gazilikle ilgili somut tarihî gerçeklikleri veya olayları ve aktörlerini öğrenmek tabii ki mümkün değildir. Öte yandan gaziliğin dinî, sosyal ve zihniyet çerçevesini çizen bu metinleri elimizin tersiyle itme lüksümüz yoktur. Gazilik ve diğer çeşitli konularda davranış kalıpları önermelerinden dolayı “adap” edebiyatıyla da ilişkileri kolaylıkla kurulabilecek bu metinler aynı zamanda, önemsiz olduğu hiç söylenemeyecek olan hukukî arkaplanı bize veriyor.

Yapılacak şey, arşiv belgeleri, kitabeler ve kronikleri bu kaynakların karşısında bir yerlerde konumlandırarak onları önemsizleştirmek değil, bilakis, bu kaynaklar ve diğerlerinden gelen verileri çakıştırarak örtüşmeler ve ayrışmaları, başka bir deyişle hukukî-dinî çerçeve ve uygulamalar arasındaki ilişkiyi saptamak olmalıdır. İleride, “Gazilik tarikası”nın verdiği teorik bilgilerin bazı erken dönem Osmanlı uygulamalarıyla ilişkisine bakacağız ama önce ilginç bir konu var.

Gazaya çıkabilmek ve gazi olabilmek için 10 şartın yerine gelmesi gerekiyormuş. Tekin, Bahrü’l-Fevaid’den bunları şöyle özetliyor: “1. Eğer anası babası varsa onların rızâsını alacak, 2. Namaz ve oruç gibi Allah’a olan borcunu ödeyecek, 3. Evine nafaka bırakacak, 4. Gazâ için gerekli nafakasını helâl kazançtan sağlayacak, 5. Emîr ve vâliden gazâ için ferman gelecek, 6. Arkadaşının haklarını gözetecek, 7. Yolda kimseyi incitmeyecek, 8. Düşmandan kaçmayacak, 9. Ganimet malına ihanet etmeyecek, 10. Gazâdan niyeti, dinin yüceliği ve Müslümanlara yardım olacak.” Bu maddelerin hepsi Usanları Uyarıcı’da ve Arapça aslında da varmış. Sadece sonuncu maddeyi alayım: “Gâzilığı dîn ‘azîzlığiçün ve mü’minler yarısiçün kıla tama‘içün riyâiçün kılmaya!” Şu kadarını söylerek geçiyorum: Ganimet almanın ve usulünce paylaşmanın zaten yasal olduğu bir uygulamada, hangi gazinin birincil amacının dini yüceltmek olduğu, hangisinin ise riyakâr olup tamahından dolayı gazaya katıldığını saptamak sadece bugünün tarihçileri için değil sanırım dönemindeki çağdaşlar için dahi imkânsız mertebede güç bir işti ve galiba fazla anlamlı bir çaba da olmazdı.

Yok, henüz ilginç bulduğum kısma gelmedim. O da gazilerde bulunması gereken hasletlerle ilgili. Tekin, yine Bahrü’l-Fevaid’den aktarıyor:

“1. Arslan gibi cesur ve kahraman olacak, 2. Kaplan gibi kibirli ve zorlu olacak ki düşmanına alçak gönüllülük göstermesin, 3. Ayı gibi kuvvetli olacak ve bütün azasıyla dövüşecek, 4. Domuz gibi hücum edecek, geri dönmeyecek, 5. Saldırganlığı kurt gibi olacak, bir yandan başaramazsa başka bir yerden deneyecek, 6. Ganimet vaktinde karınca gibi olacak kendisinin on misli kaldıracak, 7. Yerinden oynamayan taş gibi yerinde sâbit ayakta duracak, 8. Sabretmekte, eziyet çekip sabreden eşek gibi olacak, 9. Vefâda köpek gibi olacak, eğer sahibi ateşe düşerse o da ardından gidecek, 10. Fırsat kollamada horoz gibi olacak, fırsat gözetecek ki maksadına ulaşsın.”

Tekin daha sonra, Robert Dankoff’un, Kutadgu Bilig’de bu tür hayvan özelliklerinin ordu kumandanına atfedildiğinden yola çıkarak oradaki ve Arapça eski kaynaklardaki hayvan özelliklerinin 748 yılında ölen Nasr ibn Sayyar’a kadar gittiğini gösterdiğini aktarıyor ve sonraları bu özelliklerin ordu kumandanındansa gazilere atfedildiği gözleminde bulunuyor, çeşitli kaynaklardan çıkardığı listeleri veriyor. Tekin’in listesinde Kutadgu Bilig’de geçen hayvanlar aslan, kaplan, domuz, kurt, ayı, sığır, tilki, aygır, saksağan, kuzgun, tekrar aslan ve baykuş olarak verilmiş.

1069/70 yılında Yusuf Has Hacib’in yazdığı ve nasihat-name niteliği taşıyan ilk kitap olan Kutadgu Bilig’in merhum Reşit Rahmeti Arat tarafından yapılan yayınında bu kısma gidiyorum:

“Kerek sü başınga bu birkaç kılık

Yağıka yüz ursa bu tüzse yorık

Yağıda kör arslan yüreki kerek

Karıştukta esri bileki gerek

Tonguz teg titimlig böri teg küçi

Adıglayu azgır kutuz teg öçi

Yana alçı bolsa kızıl tilkü teg

Titir buğrası teg kör öç sürse keg

Sagızganda sakrak kerek tutsa öz

Kaya kuzgunı teg yırak tutsa köz

Uluğ tutsa hamyet kör arslanlayu

Ügi teg usuz bolsa tünle sayu”

Hem aradan geçen bin yıla yakın süreden, hem de Oğuzca değil, Karahanlı Türkçesi olmasından dolayı yine Arat’tan, çevirisini veriyorum:

“Düşmana karşı sefere çıkmak ve ordunun hareketini idare edebilmek için, kumandanın şu birkaç vasfa sâhip olması gerekir.

Onun yüreği harpte arslan yüreği gibi ve dövüşürken de bileği kaplan pençesi gibi olmalıdır.

O domuz gibi inatçı, kurt gibi kuvvetli, ayı gibi azılı ve yaban sığırı gibi kinci olmalıdır.

Aynı zamanda, kırmızı tilki gibi, hilekâr olmalı; deve aygırı gibi, kin ve öç gütmelidir.

Kendisini saksağandan daha ihtiyatlı tutmalı; gözünü kaya kuzgunu gibi, uzaklara çevirmelidir.

Arslan gibi, hamiyeti yüksek tutmalı; baykuş gibi, geceleri uykusuz geçirmelidir.”

Biraz Machiavelli’nin kendi nasihat-nâmesinde, prensin yeri geldiğinde tilki gibi kurnaz, aslan gibi güçlü olmasını söylemesi gibi, ama hiç girmeyelim şimdi.

Tekin’in Anadolu ortamında bu hayvan özelliklerinin “görülmeyişi” üzerine geliştirdiği ama tam olarak formüle etmediği bir varsayımı var sanki: “Ayrıca metnimizde [Gazilik tarikası] ve Anadolu’da meydana getirildiğinde şüphe olmayan Kitâbü’l-Gunye’de ve Molla Husrev’in eserinde (15.yy) bu hususiyetlerin hiç bulunmayışı da dikkatimizi çekiyor. Anadolu gazileri böyle benzetmelerden niçin çekiniyorlardı?” Merhum Tekin, mesela domuz gibi pis görülen bir hayvanın özelliklerinin olumlu olarak gazilere atfedilmesinde Anadolu’da bir sorun olduğunu mu düşünmüştü? Bunu tam olarak bilemeyeceğiz sanırım çünkü makalesinde “Bu ve benzeri meselelerin münâkaşasını bir başka vesileye” bırakmaktan söz etmesine rağmen bildiğim kadarıyla konuya bir daha dönmedi.

Şinasi Tekin’in bu “Anadolu gazilerinin çekingenliği” varsayımını, münhasıran Anadolu’da meydana getirildiğini düşündüğü eserlerden yola çıkarak ortaya attığını sanıyorum çünkü Tenbihü’l-Gafilin ve Şir‘atü’l-İslâm’ın Anadolu’da yapılan çevirilerinde bu hayvan özellikleri var ama görünen o ki, Tekin, bunları Anadolu’da üretilmiş olarak görmemiş. Oysa ortamdan kaynaklanan bir çekingenlik olmuş olsaydı, çeviri metinlerde de bu özellikleri görmezdik, çevirenler uygun değişiklikleri yapmakta hiç de çekingen davranmazlardı. Ayrıca, merhum Semih Tezcan’ın Harzem Türkçesinden Anadolu Türkçesine çevrildiğini düşündüğü ve yazarının 12. Yüzyılda yaşamış “Fahraddin bin Mansur al-Uzcandî al-Farganî Kazîhân” adlı bir Hanefî fakihi olduğunu tahmin ettiği Kitâbü’l Gunya da bu durumda Anadolu dışında yazılmıştır.

Kaldı ki coğrafî olarak Anadolu değilse de Osmanlı diyarında, yani Orta Asya veya İran’da olmayan bir Türkî çevrede yazılan bir eserde bu hayvan özellikleri vardır. Bunun için sevgili hocamız Mehmet İpşirli’nin yayıma hazırladığı Hasan Kâfî el-Akhisarî’nin Usûlü’l-Hikem fî Nizâmi’l Âlem adlı nasihat-nâmesine gitmemiz gerekecek. Bosna eyaletine bağlı Akhisar’da (Prusac) doğan Hasan Kâfî, İstanbul’da eğitimini tamamladıktan sonra memleketine dönerek müderrisliğe başlamış ve 1583’te Akhisar kadısı olmuş.

1596’da III. Mehmed’in Eğri Seferi’ne katılan Kâfî’nin o yıl yazdığı “nizâm-ı âleme” dair risalesini ulemadan ve devlet adamlarından beğenen çok olmuş ve Arapçadan Türkçeye çevirmesini ve biraz da açıklamasını istemişler. “Lisan-ı Türkî” ile ve gayet kolay ve açık tabirler kullanarak “şerh u beyan” eylemiş ki padişahın divanının seçkin üyeleri kolaylıkla yararlanabilsin ve içeriğine uygun davranılarak semeresi görülsün.

Devlet ve toplum düzeninin bozulduğu ve nasıl düzeltilebileceği temaları etrafında tipik bir nasihat-nâme olan, Osmanlı toplumunda çok bilinen ve okunan bu eserin içeriğine burada girmemize gerek yok. Hasan Kâfi’nin “gâzilerin ahlâkı” hakkında söylediği, konumuzla ilgili sözleri ise şöyle:

Türk beğleri ve uluları dimişler: ‘Cenk eylemeye çıkan kimesnede ba‘zı hayvânatun huyları mevcûd olmak gerekdür, horozun bahâdırlığı gerekdür, ya‘ni horoz gibi cenkden usanmaya; dahi arslanun yüreği gerekdür, ya‘ni arslanun kalbi gibi kuvvet-i kalbi gerekdür; dahi hınzırun hamlesi ve hücûmı gerekdür; dahi dilkinün hilesi ve aldatması gerekdür; dahi yaraya kelb gibi sabr eylemek gerekdür; dahi turnanun gözciliği gerekdür, ya‘ni turna gibi, gâfil olmayup intibâh [uyanıklık] üzre ola; dahi karganun sakınması gerekdür; dahi kurdun gâreti [yağmacılığı] gerekdür. Me’al-i kelâm budur ki cenk iden gâzilerde bu makûle ahlâk gerekdür’ dimişler.”

Hasan Kâfî, risalesini Kadı Beydâvî/ Beyzâvî’nin Envârut’t-Tenzil denilen tefsirinden ve Zemahşeri’nin Rebî‘u’l-ebrâr adlı kitabından seçilerek hazırlanan Ravzatü’l-ahbâr adlı kitaptan ve onlar gibi güzel kitaplardan hazırladığını söylüyor ama maalesef yukarıdaki alıntının kaynağının ne olduğunu bilmiyoruz. Hayvanat kadrosu Tekin’in verdiği listelerden en çok 8. Yüzyıldan kalma Nasr b. Sayyâr’ın listesi ile örtüşüyor. O, Horoz, tavuk, aslan, domuz, tilki, köpek, turna, karga, kurt ve köstebek demiş. Bununla birlikte, “Türk beğleri ve uluları” ifadesinden Türkçe bir kaynak gördüğünü de düşünebiliriz. Tabii ki Kutadgu Bilig ile de ortak noktalar ve ayrıca birtakım ifade benzerlikleri de görülüyor ama bu durumda, bu kaynağı kullandığını söyleyemiyoruz.

Başka bir ihtimal de Bosnalı olan ve Hırvat sınırında elli yıldır çeşitli tecrübelerle düşmanı tanıdığını söyleyen Hasan Kâfî’nin gazilik kültürünün hâlâ canlı olduğu bir yerde, sözlü bir kaynaktan bu bilgileri almış olmasıdır. Eski padişahlardan Afrasiyab’ın “Bahadır olan kimesne düşmenine bile sevgilidür; korkak muhannes kimesne buğz olunmışdur, hatta anasına bile sevgilü değildür” dediğini aktarıyor ve “Bu ma‘na Rûm serhadlerinde meşhurdur, husûsan serhadd-i Hırvat’da” diyor. Hudut boylarında zıt taraflardaki savaşçıların ortak bir anlam dünyası geliştirdiklerine dair yine ondan bir alıntıyla bitireyim:

“Tahkikan ehl-i harb olan kâfirlerden ba‘zı, kaçan ki bizim gâzîlerimizden bir kimsede bahadırlık ve yararlık müşâhede itseler, o kimseyi severler ve medh iderler, gâh olur ki ona ba‘zı armağan gönderürler, bahadır olduğu içün. Amma kaçan ki bir muhanneslik his idüp duysalar, ana bugz idüp zemm iderler; gâh olur ki avrat libasından ba‘zı nesne gönderürler, korkak olduğu içün”.

YORUMLAR (5)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
5 Yorum