Hikmet ehli bir kuştur sülün

Çok yönlü Osmanlı entelektüeli Kâtib Çelebi’nin Latinceden yapılma çevirileri de vardır.

Orman ve Su İşleri Bakanlığı geçenlerde, Samsun’da bin sülünü doğaya salmış. Ne güzel… Çeviriler olmasaydı toplumlar birbirleri hakkında ne bilirdi? Hoş, çevirilerin varlığına rağmen, bazen de onların yüzünden birbirlerini ne kadar anladıkları hâlâ büyük bir soru ama sanırım çeviri diye bir faaliyet olmasaydı insan topluluklarının birbirleri hakkındaki bilgileri birtakım sathî gözlemlerden ibaret kalırdı. Varisleri, insanlığın ortak mirasını çeviriler yoluyla temellük ediyor desek abartmış olmayız.

Osmanlı kültürüne Arapça ve Farsça kaynaklar ve onlar aracılığıyla Yunanca ve Süryanice gibi başka dillerden yapılan tercümeleri doğal olarak görmek gibi bir alışkanlığımız var ama baskın batılılaşma paradigmasının söylemlerinden ve dayattığı kronolojiden ötürü olsa gerek, erken modern dönem başlarında veya daha öncesinde Batı dillerinden yapılan çevirilere şaşırıyoruz.

17-09/17/zds.jpg

Katib Çelebi

Geçen yazımda, 16.Yüzyılda Türkçeye çevrilen Tevarih-i Padişahan-ı Françe adlı kaynaktan sadece Hunlar ve Attila açısından söz etmiştim. Başka bir zaman genişçe ele almak isterim. Şu kadarını söyleyeyim ki bu çeviriyi okuyan herhangi bir Osmanlının Fransa algısının ta ilk Franklar dönemine dek genişlememesi ve söz dağarcığının yeni kelimeler ve terimlerle tanışmaması mümkün değildi. Bunların bir kültürden diğerine aktarılması, aktarılırken de aşina bir şeylere benzetilerek tanımlanması tercümanların hünerleri arasında değil midir? Mesela bu kaynak, ilk “Françe padişahı”, Fârâmônd’un (Pharamond) babasının “Françe dükası” olduğunu söyledikten sonra bir derkenar düşerek “Dûka demek boy begi demekdir” diye okurunu aydınlatmaya girişiyor. İlk Franklar için hiç de yanlış bir niteleme değil tabii ki ama “Cambridge Dük”ü unvanına uygulamayalım isterseniz!

Her zaman için, bu eserlerin toplumdaki etkisinin ne kadar olduğunu sorgulayabiliriz. Hele ki bir elyazması kültürü için bu tartışmayı fazlasıyla ayrıntılandırmak mümkündür. Bugün bizlerin haklı olarak yere göğe konduramadığımız anıt-kitapların günümüze bazen tek nüsha olarak geldiğini, bazen o mucizenin de gerçekleşmediğini ve bize sadece efsane kabilinden isimlerinin ulaştığını söylemekle yetineyim. Meşhur Divânı Lügâti’t-Türk, 11.Yüzyıldan günümüze tek nüsha olarak gelen bir kitaptır. Diğer kültürlerde de durum pek farklı değildir. Norman İngiltere’sinin tapu senedi sayılan 1086 tarihli Doomsday Book (Kıyamet Kitabı ) biri taslak olmak üzere sadece iki kopya şeklinde düzenlenmişti.

17.Yüzyılın eşsiz Osmanlı bilim adamı, tarih, coğrafya, bibliyografya, biyografi, ansiklopedik sözlük gibi türlerde çok önemli eserler veren Kâtib Çelebi aynı zamanda iflah olmaz bir bibliyofil yani kitap dostuydu. Yük ile akçe verip (bir yük 100.000 akçe) yine yük ile kitap alırdı. Ağzımdan yel alsın, eğer Divânı Lügâti’t-Türk kaybolmuş olsaydı ancak onun Keşfü’z-zunûn adlı bibliyografik sözlüğünde verdiği referanstan dolayı bu hazineden haberimiz olacaktı!

Kâtib Çelebi’nin kitap sevdasını tetikleyen engin tecessüsüne ise gerçekten de sınır tayin etmek olmaz. Merakı Doğu’yu da kuşatırdı Batı’yı da. Bunu, arkadaşı ve herhalde Latincede hocası da olan Fransız mühtedisi Şeyh Mehmed İhlâsî ile birlikte Latinceden çevirdiği eserlere bakarak rahatça söyleyebiliyoruz. Mehmed İhlâsî’nin gerçek adı neydi, hatta nasıl şeyh olmuştu, nerenin şeyhiydi bilmiyorum. Sadece Kâtib Çelebi’nin kendisi öyle dediği için aynen aldım.

Yakın zamanlarda bir bolluk yaşadık ve bu çevirilerden üç tanesi peş peşe transkribe edilerek yayımlandı. Bunlardan birincisi, Sayın İbrahim Solak tarafından Konya’da bulunan tek yazma nüsha kullanılarak yapılan Târih-i Frengi Tercümesi’dir. Johannes Carion adındaki bir Alman astrolog tarafından eski kroniklerin kullanılması yoluyla hazırlanmış olan bu kitap, kısaca onun adıyla, Chronicon Carionis olarak bilinen kısa bir dünya tarihidir. Carion’un 1537’deki ölümünden sonra, eklemeler de yapılarak çeşitli defalar yayımlanmıştır. Kâtib Çelebi ve İhlâsî’nin hangi baskıyı kullandıklarını tesbit etmek için müstakil araştırmaya ihtiyaç vardır. Ben, 16.Yüzyıl sonunda Cenevre’de yapılan baskılardan biri olduğunu sanıyorum.

İkincisi, yine İbrahim Solak tarafından, Konya’daki Târih-i Frengi ile aynı ciltte bulunan Târih-i Kostantiniyye ve Kayâsıre adlı tercümeden yapılan yayındır. Merhum Orhan Şaik Gökyay, bu eserin, çeşitli Doğu Romalı tarihçilerin eserlerinden yapılan ve 1587’de Frankfurt’ta yayımlanan Historia Rerum in Oriente Gestarum adlı derlemenin İstanbul ile ilgili kısımlarının çevirisi olduğuna dikkat çekiyor.

Üçüncüsü ise Kâtib Çelebi’nin Atlas Minor ve belki bazı başka kaynaklardan da yararlanarak hazırladığı İrşadü’l- Hayârâ ilâ Târih’l-Yûnân ve’r-Rûm ve’n-Nasara adlı eseri olup Sayın Bilal Yurtoğlu tarafından Katip Çelebi’nin Yunan Roma ve Hristiyan Tarihi Hakkındaki Risalesi adı altında yayımlanmıştır. Bu sonuncu yayında eserin Osmanlıca faksimilesi verilmemiştir ama modern Türkçeye çevrilmiştir. İlk iki yayında ise çeviri veya sadeleştirme bulunmamaktadır ama küçültülerek verilmiş ve yetersiz de olsa Osmanlıca metinler mevcuttur. Özellikle ilk iki metin, Gökyay’ın işaret ettiği ve kendisi tarafından da dile getirildiği üzere, Kâtib Çelebi tarafından müstakil eserler olarak düşünülmemiş, diğer eserlerinde kullanılmak üzere çevrilmiştir.

Bu yazının kalanında üç metni birden ele alamam. O yüzden diyorum ki yalnızca Târih-i Frengi Tercümesi üzerine yoğunlaşayım. Kâtib Çelebi, ta antikiteden kalan bazı bilgileri Türkçeye nasıl aktarmış, nasıl bir tarz ü eda ile Osmanlılaştırmış, bunlara bakayım ve bu arada geçen yazımdan türeyen bazı soruları da gözden ırak tutmayayım.

Kimsenin emeğine saygısızlık etmek istemem ama her üç metnin de ama özellikle Solak’ın hazırladığı metinlerin tam akademik yayınlar olmaktan uzak olduğunu söylemek durumundayım. Solak, Târih-i Frengi Tercümesi’ne yazdığı önsözde “muhtemel bütün yanlışların” “okuyucu tarafından hoş karşılanması” temennisinde bulunuyor. Arap harfleriyle yazılmış Avrupa kökenli isimlerin geriye Latin alfabesine çevrilmesinin muazzam bir güçlüğü barındırdığı açıktır. Dolayısıyla naşire bir sempati duymak mümkündür ama sorunu çözmez. Yüzlerce yanlış okuma var çünkü. Bunlar metnin anlaşılmasını çok güçleştiriyor ve yer yer imkânsız kılıyor. Ayrıca, maalesef demek durumundayım; bunların bir bölüğü de Latin kökenli isimler değil, doğrudan Osmanlıca kelimeler.

Yanlış okumaların asıl nedeni, metinde anlatılan olaylara, adları verilen kişilere, kısaca oradaki tarih içerikli malzemeye daha önce aşina olmamakla ilgili gibi duruyor. Fevkalade seçici olmaya çalışarak ne demek istediğimi yine örneklemeye çalışayım. Metnimizde, Kâtib Çelebi, eski İsrail kralları bahsinde “Nabvihud ve Nüzür” diye bir kişiden bahsediyor. Bahsetmekle kalmıyor, “yani Bühtü’n-nasr ki Bâbil padişahı idi” diyerek bu kişinin İslâmî kaynaklardaki adını da veriyor. Bundan sonrası çok kolay ve Buhtu’n-Nasr’a Batı kaynaklarında ne dendiğini bulmak olmamalı mı? “Orijinalinde nasıl yazılmıştı acaba?” diyerek ve büyüteç yardımıyla asıl metne gidiyorum; açıkça Nabuhod o Nuzur / Nozor diye okunuyor ve tabii ki daha çok Nebukadnezar olarak bildiğimiz isim, yani Nabuhodonosor!

Özel isimlerin bu tür yanlış ve/ya eksik okunuşunun gerçekten de ucu var bucağı yok. Ama bir örnek daha vereceğim. Çelebi, Fars kralları bahsinde şöyle diyormuş:

“Sonra Asya pâdişahı olan Karazöz, Siros üzerine asker çeküb Siros mukâbil olub cenk etti, gâlib gelüb Karazöz esir oldu. Siros (…) buyurdu ki, Karazöz’ü diri ateşe yakalar. Karazöz odun üzerine çıkub, ey sülün sülün deyu çağırdı…”

Karazöz’ün Krezüz olarak da okunabileceğini, Siros’un ise bizde Kiros diye bilindiğini söyleyeyim… Biri Lidya diğeri Pers Kralı… Peki, Lidyalı tam yanacakken odun yığınının tepesinde, ne diye “sülün sülün” diye bağırıyor? Bu çok bilinen hikâyeyi burada tekrar etmiyorum. Metnin kalanında aynen anlatılıyor. “Sülün selefde Atina hükemâsından meşhur bir hekim idi” deniyor… İki sayfa sonra da yine Atina bilgelerinden bahsederken “Anların akademi [akdemi olacak] sülündür” deniyor. Atina halkı “sülüne varup” “edâ-ı din” [edâ-i deyn olacak] edemedikleri yani borçlarını ödeyemedikleri için güçlülerin kendilerini köle etmesinden yakınıyor ve bir çare bulmasını istiyorlar. “Sülün dahi güzel kanunlar yazdı. Henüz mevcud ve düstûr-ı ‘ameldir” deniyor metinde… Atinalı Solon diye birini duymuşsunuzdur muhakkak… Krezüs’ü ise Türkçe olarak bir arayın internette. “Krezüs ve Solon” diye otomatik çıkıyor…

Bu çeviri, Kâtib Çelebi’nin diğer metinlerinde de görülen bilgi sağlamlığını bize bir miktar açıklamaktan öte çok da eğlenceli bir metin. Eski Yunan’ın kâhinleri olan Sibilleri açıklarken, “Sibilla bir karının adıdır. Lâkin Yunan arasında nebiye [kadın peygamber] olan karılara ‘ilm [alem olacak] kıldılar, mahsûs ismi oldu” diyor. Bakın Truva Savaşı’nı da nasıl anlatıyor: “Ve bu Troya Cengine zina sebeb oldu. Zirâ Troya padişahının oğlu Paris, Yunan beglerinden Menelâos nâm begin karısı olan Helena’yı kapub götürmüş idi. Yunan begleri ve şehirler halkı tahammül etmeyüb kalkub ittifakla Troya üzerine sefer eylediler.”

Peki, Çelebi çevirdiği metinde Attila’yı görünce ne yapmıştı? Hiç… Aynen kendinden öncekiler nasıl büyük bir bigânelikle yaklaşmışsa aynen öyle… Hunlar için “[B]u merhametsiz kavim az kalub cümle Avrupa’ya ‘azîm afet ve belâ erişdirdi. Anların pâdişahı olan Atilla üçyüz bin askeri Hungarya’dan Cermanya’ya çeküb vâfir nâmdar şehirleri nehb (yağma) ve tahrib etdi” diyor. Attila, İtalya seferinden, Roma’yı almaksızın geri dönüşünün nedeni sorulunca da “[P]apa kurbunda (yakınında) bir kimse suretin gördüm elinde bir kılıç var idi, beni korkudur idi” demiş. Metin, “[P]es Hungarya’ya rücû’ etdikten sonra evlenüb [bir] ‘azim süvr-i [Sûr, düğün, olacak] sultânî eyledi evvelki gecede vâfir şarab içüb nâgâh fücceten mürd oldu” diye Attila’nın ölümünü de anlatıyor. Çelebi’nin ilintisizliğini kullandığı dilden de görmek gayet mümkün. Uzatmaksın şöyle soralım, ölümü anlatılan Oğuz Han olsaydı yine “mürd” oldu der miydi?

Her zaman denebilir ki “Başka ne yapsaydı, nihayetinde çevirmen değil miydi?”. Doğru tabii ama Kâtib Çelebi, çevirdiği metne karşı her zaman bu kadar soğukkanlı değil ki! En azından bir yerde, metin Türklerin aslından bahsederken, onun, yazar Carion’un sesini bastıran öz sesini duyuyoruz. “Türkler Tatarya’dan Asya’ya [Küçük Asya] gelmiş bir taifedir” diye başlayan bu pasajda Türklerin savaşçı ve başkalarına göre daha cesur oldukları için İslâm dünyasını yönetmeye başladıkları anlatılıyor ve “[H]ususen Otamanos Türk, Rodolfus Kayser oğlu evvelki Albertos Kayser’in asrında yani takriben bin üçyüz tarihinde zuhur edüp, kuvvet ve kudret ile iştihar bulmaya başladı ve bu Otaman zamanından beri Muhammed saltanatı Türk saltanatının içine battı” deniyor. Çelebimizin buralara itirazı yok ama metin, “Akıbet ümiddir ki Avusturya neslinden olan padişah bunları def’ eyleye” dediğinde “herze söyler” diyor. “Türklere Gok ve Magok yani Yecüc ve Mecüc derler. Muhammed haşem [hışm olacak] ve gazab manasınadır ve Türk gâret edici (yağmalayıcı) demekdir” ifadelerini de çeviriyor ama Carion’un bunun gibi nice küfriyat (küfür) ve ekâzib (yalanlar) yazdığını söyleyerek “çoğu terk olundu” diyor ve dahasını çevirmeye lüzum görmediğini bildiriyor...

YORUMLAR (2)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
2 Yorum