Orhan yoksa bey de mi değildi?

Tarihî kaynaklarda Osman Bey’in kendisinden başlayarak Osmanlı hükümdarlarına “gazi” unvanı verilir. Bu unvanın Osmanlı dünyasındaki kullanımı çok uzun ömürlü olmuş, en sondakiler dâhil bütün padişahlar gazi unvanı almış, yine aynı şekilde, gerek saldırıda gerek savunmada olsun üstün başarı gösteren Osmanlı komutanlarına da aynı unvan verilmiştir.

Unvanın, Osmanlının siyasî ömrünün sınırlarını zorlayan gerçekten de çok ilginç bir tarihi vardır. İmparatorluk ve Cumhuriyet rejimleri arasındaki geçiş dönemi olarak nitelendirebileceğimiz TBMM Hükûmeti zamanında, ilk kez olmak üzere bir şehre de resmen gazi unvanı verilmiş, Antep’in, 6 Şubat 1921’de Meclis’te kanunla kabul edilen unvanı, aslında Fransızlara teslim olduğu 8 Şubat günü Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe konmuştur. Yine TBMM’de, 19 Eylül 1921’de, Sakarya’dan sonra, Mustafa Kemal Paşa’ya kanunla müşir ve gazi unvanlarının verilmesi de var. “Mücahede-i milliyenin” başarıya ulaşmasından sonra komutanlardan Sakallı Nureddin Paşa ise, hem de mebus olmak için propaganda amacıyla yayımlattığı bir risalede, “gazi” unvanını kullanmaya teşebbüs etmişse de, Mustafa Kemal’in Nutuk’unda hatırlattığı üzere o dönemde bu unvan artık kanunla verilir olmuştu…

Müsaadenizle yine erken Osmanlı dünyasına dönelim. Elbette ki bütün Osmanlı padişahları gazi unvanını kullanmıştır ama adlarını bu unvanla en çok özdeşleştirdiklerimiz, Osmanlının birinci ve ikinci beyleridir; bugün bile kestirmeden “Osman Gazi”, “Orhan Gazi” diyoruz. Bir de kroniklerin “Gazi Hünkâr” olarak andığı I. Murad var.

Osmanlı kökenlerinin tarihçiler tarafından ne kadar yoğun olarak tartışıldığını düşünürsek Osman ve Orhan Beylerin gazi unvanını kullandıklarının tesbit edilebilmesinin bu tartışmaya büyük katkı sağlayacağı açıktır. Ne var ki en erken Osmanlı kronikleri, Osmanlı beyliğinin ortaya çıkışından yüz yıldan fazla bir süreden sonra yazılmıştır ve bu dönemlere tarihlenebilen arşiv belgeleri, epigrafik ve nümizmatik belgeler de son derece kısıtlı sayıdadır. Dahası mevcut olanlarda da gazi unvanı veya herhangi bir unvan kullanılmamış olabiliyor. Mesela, Osman Bey adına basılan sikkede kendisinin, babasının ve bir ihtimal de dedesinin (Gündüz Alp) adları vardır ve hiçbir unvan bulunmamaktadır.

Öte yandan, Paul Wittek’in ünlü “gaza” tezini şekillendirirken Ahmedi’nin İskender-nâme’sini saymazsak dayandığı tek kanıt olan Bursa Şehadet Camii’indeki aslen nereye ait olduğu tartışmalı olan 1337 tarihli kitabe var ve burada Orhan Bey’den “sultânü’l-guzat” yani “gazilerin sultanı” olarak bahsediliyor. Gaza tezine çok mesafeli duran tarihçilerden Rudi Lindner’in de bu kitabenin otantikliği hakkındaki imalı sözlerinden etkilenen merhum Şinasi Tekin, 1993’te, kitabenin 19. Yüzyıl ürünü dolayısıyla da sahte olduğu yolunda iyice radikal bir görüşü benimsemişti. Dahası, sadece kitabenin sahte olduğunu ileri sürmemiş, gazanın kuruluştaki rolünün önemsiz olduğu sonucuna da ulaşmıştı. Hâliyle, Wittek’in, gaza tezindeki tek somut kanıtın sahte olduğunu göstermekle, tezin de çökeceğini düşünmüş olmalıdır. Tekin’in kitabenin sahteliği hakkındaki görüşleri Heath Lowry tarafından çok ciddî bir surette eleştirilmiş ve katiyen ikna edici bulunmamıştır ama nasıl akıl yürüttüğünü görmek açısından daha yakından ele almaya değer.

Tekin’e göre, bu Arapça kitabe, Çelebi Mehmed tarafından tamir ettirilen Orhan Camii’indeki 1417 tarihli “orijinal kitâbenin veya bundan sonraki devirlere ait herhangi bir kitabenin üslûbunu takliden” yazılmış olmalıdır. 1337 tarihine ait olması son derece şüphelidir çünkü ifadesi hiç de bu devrin üslûbuna benzememektedir. “Bir an için” 1337’de yazılmış olduğu kabul edilse bile, ona göre, hâlâ problemler vardır:

“[O] takdirde bu gâzî unvanını gerçekten Orhan Bey’in kendisi kabul etmiş miydi? Faaliyetlerinin gazâ olması onun için önemli miydi? Bursa kitâbesi gerçekten üstünde verilen 738 [1337] tarihinde yazılmış olsa bile, dili ve üslûbu gereği, Rudi Paul Lindner’in ifâde ettiği gibi, bambaşka bir dünyanın, yani yerleşik ve sünnî aydınların, Orhan Bey’i nasıl gördüklerini, daha doğrusu nasıl görmek istediklerini, nasıl algılamak istediklerini dile getirmektedir; yoksa bu kitâbedeki metin, Orhan Bey’in, kendisini bizzat böyle telâkki ettiği mânâsına gelmeyebilir. Nitekim 1324 tarihli Farsça bir vakfiyesindeki ve 1348 tarihli Türkçe bir mülknâmesindeki ifâdeler, kullanılan unvanlar, Orhan Bey’in kendisini gâzî telâkki etmediğini, etrafındakilerin de onu böyle görmediklerini açıkça göstermektedir.”

Burada kısa bir araya gireyim ve yürütülen bu mantığı hiç anlamadığımı söyleyeyim. Lindner’in görüşünde de bir sorun var; gaza ideolojisi neden yerleşik sünnî aydınların görüşü oluyor da heterodoks göçebelerin olamıyor bunu şimdilik geçiyorum. Ama asıl anlamadığım şurası: “Bir an için” kitabenin gerçek ve 1337’de yazıldığını kabul edip ona göre analiz yapıyorsak artık bu soruları sormanın bir anlamı olabilir mi? Küçücük bir Bursa’nın en kamusal alanlarından biri olan ve kendi adını taşıyan bir caminin kapısına Orhan Bey’in arzusu hilâfına ifadeler taşıyan bir kitabe konması mümkün olur muydu? Ayrıca bunu kimler yapacaktı? 1324 tarihli Mekece vakfiyesinde ve 1348 tarihli mülknâmede Orhan’ı gazi telâkki etmeyen “yerleşik sünnî aydınlar” mı?

1324 ve 1348 tarihli belgeler ve 1353 tarihli başka bir mülknâmesinde Orhan’ın gerçekten de “gazi” unvanı ile anılmadığı, sadece babasının adının verildiği görülüyor. Ayrıca, yine Tekin’in dikkat çektiği üzere onun 727 / 1326 tarihli sikkesi üzerinde de gazi unvanı yoktur. Tekin, 1348 tarihli Türkçe mülknâmede yüksek rütbeli bir kumandan için kullanıldığı anlaşılan “zaîmü’l cüyûş ve’l-asâkir” ibaresi için “Burada da gâzî veya benzeri bir unvanın bulunması gerekmez miydi? Ama yok” demektedir. Devamı da şöyledir: “Eğer Orhan Bey, gerçekten kendisine gâzî denmesini isteseydi hangi kâtip onu bu unvandan mahrum bırakmaya cesaret edebilirdi?” Orhan Bey’in sikkesi için söyledikleri de bu minvaldedir: “Eğer gazilik bu devirde geçer akçe olsaydı bu unvanın bu akçe üzerinde muhakkak bulunması gerekmez miydi?”

Bu soruların cazip olmadığını ileri sürecek değilim ama acaba açıklama güçleri ne kadardır? Ona bakacak olursanız, yukarıdakilerden 1353 tarihli belge hariç hiçbirinde “bey” unvanı da yok. O belge bugüne ulaşmasaydı veya bir şekilde görülmeseydi ki böyle görülmeyip, atlanan belgeler olabiliyor, o zaman Orhan’ın beyliği de mi tehlikeye girecekti? “Kendisi ve etrafındakiler tarafından bey telâkki edilmemiştir” mi diyecektik? Mesela, akçeler üstünde “bey” unvanı yok diye, o devirde beyler de beylik sürmüyordu mu demeliyiz? Kaldı ki, Orhan zamanından kalan 1360 tarihli başka bir vakfiyede onun “gazilerin sultanı” unvanı karşımıza yine çıkıyor.

1337 tarihli kitabenin, Orhan Camiinin 1417 tarihli tamir kitabesinin üslûbu taklit edilerek çok sonraki bir devirde yazıldığını söylediğini adeta unutmuş gibi görünen Tekin sonra bu iki kitabeyi karşılaştırmaya girişiyor. Ona göre, 1337’de, “Harfler kaba ve sert köşelidir. 14. ve 15. Yüzyıllardaki kitabelere hiç benzememektedir.” Oysa 1417 kitabesinde, Selçuklu sülüsü kullanılmış; “Harflerin kenarları yumuşaktır, yarı kavisler çizerek birbirini kovalamaktadırlar. Eğer gerçekten 1337 tarihini taşıyan kitâbe, söylenen tarihte yazılmış olsaydı, en azından bunda da, 1417 tarihli kitâbedekine benzer bir yazı üslûbunun bulunması gerekirdi.” 1337 kitabesi 1417’nin üslûbunu takliden yazıldıysa neden ikisi birbirinden farklı oluyor? Demek ki taklit edilen üslûp en azından yazı üslûbu değildir. Öte yandan, Lowry’nin işaret ettiği üzere Tekin, 80 yıl arayla yazılan bu iki kitabenin neden benzer üslûpta olmasını bekliyor ki? Söylediği benzemezlikler, bilâkis, iki kitabenin farklı zamanlarda yazıldığına işaret etmez mi?

1417 kitabesinde unvanların “Sultânü’l-guzat ve’l-mücahidin Orhan Beg bin Osman Beg” olarak verildiğini söyleyen Tekin’in iki kitabe arasında benzerlik gördüğü asıl yer burasıdır. Tekin, hatta 1337’de yazıldığı söylenen kitabeyi “bey” unvanını içermemesinden dolayı 1417’den “daha da ileri, daha da süslü, daha da modern” buluyor: “Belki de kitabenin yazarı, beg gibi basit (!) unvanı yakıştıramadı. Yakıştıramazdı zira bu kitabenin yazarı iddia edildiği gibi 14. Yüzyılın adamı değil, çok sonraki, devirlerin adamıydı.” Dolayısıyla ona göre, 1337 kitabesindeki unvanlar ancak 15. Yüzyıldan sonra kullanılmaya başlayan unvanlarla uyuşmaktadır ve kitabe, 13.- 14. Yüzyıl Anadolu’sunda “çok yaygın olan” “Hudâvendigâr-ı a‘zam, Mahdûm-zâde-i mu‘azzam, Zeynü’l-ümera” gibi unvanlardan hiçbirini kullanmadığı için sahtedir.

Evvela, eğer 1337 kitabesi, 1417’nin taklidiyse ve oradan “sultânü’l-guzat” unvanını almışsa neden “beg” unvanını da almamıştır? Dikkat lütfen, Sultan değil, “gazilerin sultanı” gibi akıncı beylerine verilen bir unvanı Orhan’a yakıştırabiliyor da bey unvanını mı yakıştıramıyor? İkinci olarak da, 1337 kitabesinde “bey” unvanı aslında var, Arapçasıyla “emir” olarak geçiyor!

Yukarıda da değindim, Tekin sadece 1337 kitabesinin sahte olduğunu düşünmemiş, kuruluş döneminde gazanın birincil derecede önemli olmadığı sonucuna da varmıştır:

“Belgelerin yorumunu yaptıktan sonra ortaya çıkan yeni durumun bir tek izahı vardır, o da şudur: gâzîlik Orhan Bey’in kendisi için birinci planda değildi. Ve dahası var: Etrafındaki sünnî ve aydın kitle de bu unvanı kendisine vermeyi henüz düşünmüyordu. Anadolu’nun hatta bütün Akdeniz bölgesinin yerleşik, sünnî ve eli kalem tutan ahâlisi büyük bir ihtimâlle Ahmedî’nin faaliyet gösterdiği 14. Yüzyılın ikinci yarısına yani I. Murad devrinin sonlarına kadar gâzî unvanından kaçınmışlar, hemen hiç kullanmamışlardı. Niye acaba kullanmamışlardı?”

Tekin, “gazi” unvanının özellikle Horasan olmak üzere doğu İslâm dünyasında büyük prestij kaybına uğradığını ve ancak sonradan, 1400’lere gelindiğinde itibarını Anadolu’da tekrar, o da aşamalarla kazandığını savunuyor. Bunlardan sonuncusu, Konya Sultanlığı’nın kendisinin uçlar kurmasıyla ve savaşın buralarda olmasıyla ilgilidir. Böylece “gâzilik uçlardaki askerî faaliyetlere bir ad” olmuştur. İç bölgelerde böyle faaliyetler olmadığı için gazi ve benzeri unvanlara oralarda ihtiyaç duyulmamış. Öte yandan, Horasan’ın aksine Anadolu dârülharbinde yerleşik düzen olduğu için gayrimüslim şehir ve kasaba halkını kontrol altına almak daha kolay olmuş.

Dönemle çağdaş belgeler yokluğuna dikkat çeken Tekin çok ihtiyatlı bir dil kullanarak şöyle diyor: “İşte bu yüzden 1300’lere gelindiğinde Anadolu halkının gözünde gâziliğin hiç olmazsa hor görülmediğini tahmin ediyoruz. Ama biz o faaliyetlerin o dönemde nasıl adlandırıldığını bugün bilemiyoruz.” Tekin makalesinin iki ayrı yerinde, aynı ihtiyatı şöyle ifade ediyor: “1300’lerin başında Osman Bey zamanından kalma yazılı bir kaynak henüz bulunamadığı için tarihçi ister istemez daha sonraki kaynaklarda söylenenlerle yetinmek zorunda kalıyor.” Bu gözlem kronikler açısından çok doğrudur ve yerindedir. Ama mesela Osman’ın çağdaşı Tursun Fakih’in mesnevilerinden, gazanın hor görülmemek bir yana, son derece olumlu görüldüğünü görmek mümkün oluyor.

Tekin’e göre, Kayı boyundan Ertuğrul Bey, Selçuk sultanı tarafından 1200’lerde Anadolu’nun kuzey batısına, Bizans hududuna “hudut boyu karakol bekçisi” olarak yerleştirilmiştir. Hudutlarda “bekçilik” faaliyeti yapıyor, Konya’ya bu hizmeti veriyormuş. Gazilik buymuş. Pek katılmıyorum ama artık Tekin’in görüşlerini toparlayan bir alıntıyla bitireyim:

“Bu hizmetin adına, bilindiği gibi 15. Yüzyılın başından itibaren Osmanlı tarihçileri gazâ adını vermişlerdir. 20. Yüzyılın Osmanlı tarihçilerinden bazıları, Osmanlı devletinin kuruluşunu bu gazâ ideolojisine dayandırmak istemektedirler. İlk dönemin belgelerini yeniden gözden geçirerek bunların tenkidini yapmak suretiyle bu iddianın geçerli olamayacağını göstermeye çalıştım. Vardığım sonuç şu oldu: Osmanlı devletinin kuruluşunda, gazâ ideolojisi birinci dereceden bir rol oynamamıştır”.

YORUMLAR (3)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
3 Yorum