Yazıcızâde: Kayı soyu varken özge boy hanlarının soyuna padişahlık değmez

Bu 15. Yüzyıl müellifi Bizans ucunda küçük bir Oğuz evreni tahayyül etmişti.

Osmanlıların Kayı Boyu’ndan geldiğini ilk kez telaffuz eden ve bilinçli bir şekilde işleyen Yazıcızâde Ali’ye geldik nihayet. Önce ne dediğine, sonra da bunları niçin demiş olabileceğine bakacağız. 15. Yüzyılın ünlü diğer iki Yazıcızâdesi olan Mehmed ve Ahmed Bican’la ilişkisi belli olmayan yazarın hayatıyla ilgili pek az bilgi vardır. Eserini tenkitli bir şekilde yayına hazırlayan Abdullah Bakır’ın belirttiği üzere II. Murad tarafından elçilik göreviyle Mısır’a gönderilmiş olması mümkündür.

Bakır’ın Tevârih-i Âl-i Selçuk adı altında yayına hazırladığı bu eserin tam yazılış tarihi de karanlıktır. Metinde ebced hesabıyla düşülen bir tarihten yola çıkılınca Hicrî 827/1423-24’te yazılmış olma ihtimalinin büyük olduğu söylenebilir. Öte yandan, Akkoyunlu Kara Osman’ın [Kara Yülük] oğullarına olan bazı öğütlerini aktarırken ondan “merhum” diye bahsetmesi, Kara Osman 1435’te öldüğüne göre, bizi bu tarihten sonrasına getirecektir. Ali’nin çeşitli tabakalardan oluşan bu hacimli eserine ara ara dönüp ekler yapmış olması tabii ki mümkündür.

Yazıcızâde, eserindeki Selçuklu kısımlarını Ravendî’nin ve daha yoğun olarak da İbn Bibi’nin eserini Farsçadan çevirerek, Oğuznâme kısmını ise Reşideddin’e dayanarak oluşturmuştur. “Bunların nesebleri (…) Uygur hattıyla Oğuz-nâme’de yazılmıştır” ifadesinden Uygurca Oğuznâme’yi de görmüş olduğunu, en azından ondan haberdar olduğunu söyleyebiliriz. Fakat Reşideddin’in anlatımını tercih ettiği açıktır.

Tevârih-i Âl-i Selçuk yalın bir çeviri değil, bir uyarlamadır. Kaynaklarındaki bazı kısımlar çıkarıldığı gibi çeşitli eklemeler de yapılmıştır. Konumuz açısından, çıkarmalardansa eklemeler daha önemlidir ve bunlara bakarak, Yazıcızâde’nin eserine ne gibi ideolojik işlevler yüklediği ve hizmetinde olduğu Osmanlı hanedanının meşruiyetini güçlendirmek amacıyla ne gibi tasarruflarda bulunduğunu görebiliriz.

Yazıcızâde’nin, Osmanlıların Kayı’dan olduğuna dair referanslarına bakalım. Ona göre, Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubat (1220-1237), Oğuz töresini, Oğuznâme’yi ve diğer tarih kitaplarını iyi bilen bir sultanmış. Askerini ve kanunlarını Oğuz töresince düzenler ve Oğuz töresini esas alarak hükmedermiş. Şöyle diyor:

“Sultan Alâeddin çeriyle kendözi Konya’dan Sultanuyunı’na [Sultanönü, Sultan Höyüğü] geldi. Küffarı yağı olduğu sebebiyle uç tarafına teveccüh etti. Tatar geldüğin işidicek kendi geri döndü. Ucu Hüsameddin oğlanlarına ve Kayı’dan Ertuğrul’a ve Gündüz Alp’a ve Gök Alp’a ısmarladı.”

Bu pasaj, Osmanlı’nın Kayı’dan geldiğine delil olmak bir yana anlattığı temel olay ve onun kahramanı açısından bile çok sorunludur. Şöyle ki I. Alâeddin Keykubat’ın bu yöreye, Moğolların gelmesiyle yarıda kesilen bir seferi yoktur. Osmanlı kroniklerinde Sultan Alâeddin’in geri dönmesine neden olan Moğolların Bayıncar Noyan idaresinde olduğunun belirtilmesine bakılarak bu sultanın Birinci değil Üçüncü Alâeddin Keykubat (1298-1302) olduğu yolunda bir tevile gitmek de çok güçtür ve tarihî gerçeklerle uyum içinde değildir. Zavallı III. Alâeddin Keykubat’ın, Bitinya ucuna sefer yapacak hâli mi vardı?

Yazıcızâde’nin kendi çağında dolaşımda olan rivayetlerden birini, büyük ihtimalle Ahmedi’den alarak, üstelik orada olmayan Kayı ve Çoban Oğulları eklemelerini yaparak I. Alâeddin Keykubat’ın yaşam öyküsüne monte ettiğini kolayca söyleyebiliyoruz. Zira kaynağı olan İbn Bibi’nin verdiği Keykubat’ın hâl tercümesinde ne bu sultanın, Sultanönü yöresine bir seferinden bahsediliyor, ne Ertuğrul’dan ne de Kayı’lardan bahis var. Ne de Oğuz töresini iyi bildiğine dair herhangi bir gönderme bulunuyor ki zamanında Faruk Sümer de bu hususa dikkat çekmişti.

Yazıcızâde, Reşideddin Oğuznâme’sine de ekler yapmıştır. Bunların en önemlisi Oğuz Han’a atfettiği bir vasiyetnamedir. Buna göre, Oğuz Han, ölmeden önce oğullarına öğütler vermiş. Bunlara uyulursa onların soyları dünya durdukça padişah olur, uyulmazsa düşmanları zafer kazanırmış. Oğuz, öğütlerin tutulmaması durumunda
olacakları söylemiş: “Her bir boy bir iklime düşe; Tacik [İranlılar] ve oturak ile karışalar, boylu boyunu ve sünüğünü unutalar.”

Bunun, meşruiyetini bozkır- göçebe geleneklerinden alan bir siyasî yapı için bir karabasan olduğu anlaşılıyor. Boy birliği dağılır, insanlar hangi boydan geldiğini bilmez ve soyunu unutur. Yerleşikler ve İranlılar ile karışmak da bir felâkettir. Padişahlık böylece gider. Nitekim Yazıcızâde biraz ileride Oğuz’a daha açık söyletiyor: “Ve daim göç edeler, oturak olmayalar.” İşin ilginç yanı, Osmanlılarla siyasî rekabet hâlinde bulunan Akkoyunlu Kara Osman’dan da aynı yolda nasihatler aktarması: “Olmasın ki oturak olasız ki beylik Türkmanlık ve yörüklük edenlerde kalır”.

Yazıcızâde’nin idealize ettiği bu durumun, Moğol sonrası dünyada, özellikle Doğu Anadolu ve İran’daki Karakoyunlu ve Akkoyunlu konfederasyonlarındaki yönetici elitin göçebe asıllı olmaya verdiği önemi yansıttığını hemen söyleyelim. 15. Yüzyılda Osmanlı ülkesindeki gerçek durumdan bağımsız olarak, eğer Osmanlı sultanları ülkelerini o taraflara doğru genişletecektiyse o dünyanın geleneklerinden ve kurallarından haberdar olmaları da iyi olurdu herhâlde.

Yazıcızâde’ki anlatıma geri dönersek, Reşideddin’de bulunmayan bir halk hikâyesine başvuran müellifimiz, Oğuz’a, çocuklarından aldığı okları altıya kadar rahatlıkla kırdırır. Oğuz, sonra her birinden birer ok alır, on ikişer okluk iki deste yapar, birer iple bağlar ve kırmalarını ister. Kıramazlar. Kıssanın hissesi meydandadır:

“İşbu temsil delilince gerektir ki biri birinize uyup vasiyetim mucebince Gün, han ola! Anın ardınca oğlu Kayı han ola. Madem ki Kayı soyundan han var ola, Bayat han olmaya; meğer kendi boyuna beğ ola. Kayı han olıcak Bayat sağ kol beğlerbeğisi ola. Ve sol kol beğlerbeği Bayındır’dır. İşbu tertipçe ağa varken ini ağalık etmeye, yani ulu kardaş var iken kiçi kardaş beğ olmaya.”

Bu hikâyedeki bir mesaj, birlik olmanın önemi ise diğeri de birliğe kimin hükümdarlık edeceğidir. Dolayısıyla tahta çıkış yöntemi hakkında da bizlere bir şey söylüyor. Hanlık, büyük kardeş diye hep Kayı’nın soyunda kalacaksa, küçük yaşta bir Kayı şehzadesi, yaşça kendisinden büyük ama aileleri kıdemsiz soylardan gelen diğer boy
beylerinin üzerinde yükselerek han olacaktır ki bunun da bir tür primogeniture (ilk doğan) kuralı olduğunu söyleyelim. “Kayı”nın kendi içinde hangi kuralın geçerli olduğu ise çok açık değil.

Yazıcızâde’nin sözü Osmanlı’ya getirmesi ise çok ustacadır:

“Atasından sonra çok zaman Kayı hanlar hanı oldu. Pes bu delil ve erkânca (…) padişahımız Sultan Murad bin Mehemmed Han ki eşref-i âl-i Osman’dandır padişahlığa ensab ve elyakdır. Oğuz’un kalan hanları uruğundan belki Çingiz Hanları uruğundan, dahi mecmuundan ulu asl ve ulu sünükdür, şer ile dahi, örf ile dahi. Türk hanları dahi kapısına gelip selam vermeye ve hizmet etmeye layıktır.”

Burada Osmanlı padişahlarının Kayı oldukları açıkça söylenmiyor ama diğer Oğuz hanları soylarına göre ve hatta Cengiz Han’ın sülalesine göre bile “hanlar hanı” olmaya herkesten daha layık olmalarından anlıyoruz ki Oğuz’un kıdemli sülalesine / boyuna mensupturlar. Öyle görülüyor ki başlangıçta sadece “hanlık” yeterken ve diğer Oğuz sülaleleri ancak “bey” olabilirken zamanla hanlar çoğalmış ama o zaman da “hanlar hanı” diye bir kategori icat edilmiş. İşte, Yazıcızâde’nin aktardığı Oğuz vasiyeti de Türkçe okuyabilen herkese ispatlayabilirdi ki Osmanoğulları’nın siyasî meşruiyet ve üstünlük mücadelesinde böylesine bir artısı vardır! “Tarih”e kim lüzumsuz demiş ki?

Yerimiz daralıyor ve tabii ki tartışma daha bitmedi ama Yazıcızâde’nin iyice cesur bir çabası daha var. Onu da alayım. Anadolu’da, İlhanlı egemenliğindeki Selçuklu idaresinin sonlarına doğrudur ve Gazan Han, birtakım karışıklıklardan sonra sultanlığı Feramûrz oğlu III. Alâeddin Keykubat’a vermiştir ama onun da başı Moğollarla belaya girer. Güya, bu varlığı ile yokluğu belli olmayan Alâeddin zamanında Osman “han” seçilir.

“Bu esnada uç etrafından haber vardı ki Kayı’dan Ertuğrul oğlu Osman Bey’i uçtaki Türk beyleri derilip kurultay edip Oğuz töresin sürişip han diktiler diyu. Ol hikâyet bu minval üzerineydi ki uçtaki Türk beyleri, ki Oğuz’un her boyundan uç etrafında Tatar şerrinden korkup yaylar ve kışlarlardı (…) Fi’l-cümle ol illerin beyleri ve kethüdaları cem olup Osman Bey katına geldiler ve meşveret kıldılar. (…) ‘Kayı Han hod mecmu‘ Oğuz boylarının Oğuz’dan sonra ağaları ve hanlarıydı. Ve Gün Han’ın [sic] vasiyetin[c]e Oğuz töresi mucebince (…) Kayı soyu var iken özge boy hanlarının soyuna hanlık ve padişahlık değmez. Çün şimden geri Selçuk Sultanlarından bize çare ve medet yoktur, memleketin çoğu ellerinden çıktı, Tatar üzerlerine gereği gibi müstevli oldu. Çün merhum [sic] Sultan Alâeddin dahi size safa nazar olmuştur. Siz han olun ve biz kullar sultanımız hizmetinde bu tarafta gazaya meşgul olalım’ dediler. Osman Beğ dahi kabul etti. Pes mecmu‘ örü durup Oğuz resmince üç kere yükünüp baş kodular.”

Yazıcıoğlu, Osman Bey’in bir savaş şefi olarak akranlarının arasından sivrilmesini Oğuz geleneğine yaslanarak izah ediyor. 1300 civarında Bitinya ucunun ne derecede bir Oğuz mikro kozmosu olduğu tartışılabilir elbette ama bu anlattığı dünyanın inanılırlığına gölge düşüren de yine kendisi. Yukarıdaki dramatik canlandırmadan sonra, “Ol zamanlarda Oğuz töresinden bakiye var idi. Şimdi ki bigi [gibi] top unutulmamış idi” diyor. Herhalde, 1400’lü yılların Osmanlılarına, o sözünü ettiği Oğuz dünyasının artık mevcut olmayışını bir şekilde açıklamak gerekiyordu.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.