Büyük sanatçıların içindeki o derin uçurum...

Tarihin bütün dönemlerinde, yaşadıkları dünya konusunda kafa yoran, sanatsal ve düşünsel yaratıcılığın peşinde hayatlarını ortaya koyan büyük sanatçılar hep yalnız yaşamışlar ve uçurumlarını kendi içlerinde taşımışlardır. Bu yüzden de çoğu zaman içlerindeki lavlardan uzaklaşmak ve kendilerinden bile kaçmak istemişlerdir.

Ateşli bir hastanın buz dağlarını özlemesi gibi, içlerindeki yangını söndürmek ve kaderlerinden kaçmak için sürekli mekan değiştirerek şifa umarlar. Peşlerinde adeta bir mutsuzluk sürüsü vardır. Çoğu zaman yaralı bir ceylan gibi kaderin kollarına atarlar kendilerini. Ama kaçış hiç bitmez...

***

Stefan Zweig, “Dünya fikir mimarları-kendileri ile savaşanlar” kitabında, her zaman ‘son derinliğe’, ‘son düşüşe’ özlemle koşan ünlü Alman şairi Kleist’i anlatırken bu konuda çok muhteşem bir tanımlamada bulunur: “Kleist’in uçurumu içindedir, bu yüzden ondan kaçamaz. Yanında gölgesi gibi taşır onu.”

Zweig aynı eserinde büyük sanatçıların trajik huzursuzluğunu anlatırken şunları söylüyor: “Rimbau ülkeler katetmemiş midir, Nietzche de yer üstüne yer değiştirmemiş midir ve Beethoven evden eve gezmemiş midir, Lenau kıtadan kıtaya savrulmamış mıdır? Bunların hepsinde o korkunç kırbaç, hayat huzursuzluğu, varlığın trajik unsuru içlerindedir. Hepsi de bilinmeyen bir gücün sürgünleridir, o güçten asla kaçmamaya hükümlüdürler, çünkü onları kovalayan şey, kendi kanlarında dolaşmaktadır hararetle... İçlerindeki düşmanı, yani efendilerini ve kaderlerini yok etmek için, kendilerini yok etmek zorundadırlar.”

Büyük sanatçıların içlerindeki o görülmez uçurum, sanatsal yaratıcılığın da en önemli dinamiklerinden birisidir. Yarattıkları eserler derin duygularının patlamaları gibidir ve kalbinin cehenneminden kaçıştır adeta. Hepsinin yarattıklarında bir haykırış sesi vardır.

Mesela Kleist, sanatının en doruk noktasında yalnızlığının da en yüksek basamağına ulaşır. Akıl almaz olanı, aklın süzgecinde somutlaştırmak için bütün becerisini ortaya koyar ve tutkulu aklını bir vida gibi büklüm büklüm en derinlere, tabiatın esrarıyla insanın doğaüstü güçlerinin alanına kadar sürer. Ve dizelerinde
İnsan güçlerinin başardığı en yüksek şeyi

yaptım ben. İmkansızı denedim.

Her şeyimi şansa bıraktım.

Sonucu belirleyen zar, duruyor, duruyor.

Anlamalıyım bunu-ve kaybettim” der.

H H H

Bu çerçevede, “Bir büyük insan, itilir, bastırılır, eziyet edilerek yükseltilir yalnızlığa” diyen Friedrich Nietzsche’nin trajedisi başka bir hikâyedir. O düşsel yalnızlığın korkunç çığlığı içinde güçlü bir suskunluktur... Büyük ve yakıcı anları sever, sanatsal yaratıcılığının doruklarında tehlikeli sulara sürer atını... Hayatın anlamının hayatın kendisinden daha değerli olduğuna inanan Nietzsche, hayatla tehlike arasındaki bağı şöyle tanımlar: “Hayattan en büyük tadı almanın başka adı: Tehlikeli yaşamak.”

Sonsuz bir rüyanın sisleri içinde dolaşan Hölderlin de kendisine yabancı olan bir dünyada hep tanrısal olanı arar. Şiire ve şiirin tanrısal köklerine Hölderlin kadar hiçbir Alman şairinin inanmadığını belirten Stefan Zweig, kitabında Hölderlin’in şiir anlayışı ile ilgili şunları söylüyor: “Şiir Hölderlin için, öbürlerinde olduğundan farklı, hayatın düşünce yapısında salt bir süs değildir, tam aksine en yüce amaçlı ve anlamlı şey, her şeyi ayakta tutan ve biçimleyen ilkedir.”

Tıpkı şiirlerinde olduğu gibi tanrısal olanın peşindedir Hölderlin.

/Görevimdir benim,

Övmek yüce olanı, bunun için bana

Dil verdi Tanrı ve kalbime şükran./

YORUMLAR (12)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
12 Yorum