Büyük yarın

Gri bir gökyüzü altında bazı büyük acıları birden çekmeye başlayan bir dost ziyaretindeydik. Mütevekkil bir eda ile konuşsa da zaman zaman kimi cümlelerinin ardından gözyaşlarını silmek için cebinden yıpranmış bir kağıt bir mendili sık sık çıkarıyordu.

Cep telefonunu göstererek “rehberimdeki isimlerden yarısı artık yaşamıyor, kalanlar da eksilmeye devam ediyor” dedi.

Eksilmek özeti miydi dünyanın? Yoksa sonu bilinen bir akıntıya kürek çekmek mi? Biz içimizden bu soruyu cevaplarken gri gökler de karardıkça kararıyordu.

Yalanlarla, yanlış anlamalarla, kötülüklerle, imkânsızlıklarla dolu bir dünyanın içinden elini kolunu sallayıp geçeceğini mi düşünüyordun? Çiçekler, bahçeler, güneşler de vardı değil mi? Eşsiz zulümler ve çok ışıklı dakikalar.

Geldik geçiyoruz, daha da geçeriz.

Bazan sırtındaki oklardan tanırlar seni, bazan sesindeki yaradan.

Bazı insanlar söylediklerinden ibarettir, bazı insanlar söylemediklerinden. Sonra her yağmur tanesinin okyanusa ulaştığı gün gelir. Şeytan susar, hakikat konuşmaya başlar. O günden sakınmıyorsun öyle mi?

‘Yeşil elma yiyip dua eden biri, bir gün bütün anlamını inkar eden, yakan birine dönüşürse ne yapmak gerekir?’ diye sordu kuş diğerine. ‘Dua’ dedi diğer kuş, biraz şaşırmış olarak, ‘kendim için de dua.’

Sonra yeşil ışığın yandığını görüp hızla gaza bastınız. Ve neden sonra çarpacağınız duvara doğru keyifle yol alırken bazı şeyleri bilmiyordunuz değil mi sayın yağmur tanesi. Evet öyle, okyanus sizden büyük. Ve bugün de geçer, bu dünya gibi.

Dönüş yolunda ilerlerken silecekler sessizce çalışıyordu gecenin içinde.

Ve yağmur siliyordu bazı silecekleri.

Şeytanın kolları hep açıktı ama sana düşmezdi atılmak.

Âleme lâzım olabilirdi ama sana düşmezdi cellat olmak.

İşaret parmağınla birini işaret ederken, diğer üç parmağın seni işaret ettiğini unutmuş olamazsın.

Allah’ın dediği olur, oldu, olacak bahçesinden selam her şeye.

BİR GÜMÜŞ MECİDİYE

(…) Her manzumem için bir mecidiye veriyordu Mâlûmat…

Genç okurlarım mecidiyenin adını bile duymamışlardır belki: Şimdiki iki buçuk liralardan daha büyük, gümüş paralardı bunlar. Bir mecidiye yirmi kuruştu!

Ama bir mecidiyeye, Sirkeci’de meşhur Ali Efendi lokantasında, eti ile, sebzesi ile, tatlısı ile dört gün yemek yiyebilirdiniz!

Ali Efendi lokantası, dört masalı bir ahçı dükkânı değildi. Osmanlı İmparatorluğunun bütün müdürleri, müsteşarları öğle yemeklerini orada yerlerdi her gün.

Şimdi en kabadayı yazı parası ile öylesine bir lokantada böylesine aç kap yemek zor yenir biraz.

(…)

Her hafta sonu Mâlûmat’a uğruyordum. İki kardeş, Hacı Kasım ve Hacı Hüseyin efendiler, sanki bir hafta önce oturdukları yerden hiç kalkmamış gibi durgun, ellerinde daima henüz yudumlanmış çay bardakları, hafif kızıla çalan esmer yüzlerinde belli belirsiz bir gülümseyişle beni karşılardılar.

Köşede, bodur bir masaya oturtulmuş semaver, üstünde lacivert motifli beyaz çaydanlık, bütün gün kaynardı.

Sonradan öğrendim ki, kitabevinin bu iki efendi sahibi okuma bilmezlermiş hiç…Yazarların getirdikleri romanları, akşam, dükkân kapandıktan sonra, küzük bir ortaklıkla, yanlarında çalışan Sudi okurmuş onlara. Eğer, dinlerken ağlarlarsa, hemen kabul edip basarlarmış eseri!

Yazı ücreti mi?... Dökülen gözyaşlarına göre hesaplanırmış…

Ayda dört mecidiye buradan alıyordum. Bazı ay bir, bazı ay iki altın da Türk yurdundan…

Annemin yanında bile itibarım artmıştı! Yusuf Ziya Ortaç- Bizim Yokuş-Akbaba Yayınları

ANONS

Birlikte olduğum insanlardan yalnızlığı öğrendim

YORUMLAR (1)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
1 Yorum