Depremi beklemek

Bu şehre ve bu şehirdeki bazı insanların birbirine yaptıkları kötülükler o kadar çoğaldı ki, bunu insan eliyle düzeltmek artık imkansız gibi. Ben şahsen gönüllü olarak bir deprem bekliyorum” dedi arkadaş.

Sonra da bu dehşet verici beklentisinin temellerini uzun uzun anlattı. İnsanın bencilliğinin, çıkar tutkusunun, kötücül hâle gelişinin, bunun gündelik hayat ve toplumsal davranış biçimlerindeki çürütücü etkisinin aşamalarından, sonuçlarından söz etti. 1999 depreminde ortaya çıkan insanî hava, dayanışma ve haddini bilme atmosferinden söz etti biraz. Ama sonra? Özellikle İstanbul’da en azından çürük bina konusunda mutlaka bir şeylerin artık düzelmesi gerekirken, çok şey yapılmadığını belirtti.

Deprem konusunda derinlemesine teknik şeylerden bahsetti.

Ama özetle depremin kaçınılmaz olduğunu, her an olabileceğini ama belki de ‘olmuş’ olduğunu söyleyince durdum; O şöyle dedi: “Bakma öyle, mesela bir kurşun atıldı ve ağır çekimle sana doğru geliyor! Böyle düşün.”

Öyle düşünmeye çalıştım.

Arkadaşın söylediği kimi metaforlar da kafamda uçuşmaya başladı. Tarihsel derinliği sekizbin yılı geçen bu çok önemli şehir, 7 ve üzeri bir depremde hangi yıkıcı sonuçlarla karşı karşıya kalacaktı?

Köprüler, 3. havalimanı, otoyollar, gökdelenler, anıtsal mâbedler, kıyı şeritleri, sıkışık semtler, ve onbeş milyon insan… Geriye ne kalacak?

Kalabalık nüfus ve açık alan oranı?

7 ve üzeri büyüklüğünde (ölçü) beklenen depremin, yıkıcı sonuçları (şiddeti) ile bina dayanıklılık oranı ne durumda, kimin umurunda.

Biraz karamsar değil misiniz, sorusuna şöyle dedi arkadaş: “Benimkisi, çok sevdiğin birisini kaybedeceğini bilerek onunla yaşamak gibi bir şey.”

Sonra hiçbir gerçek bilgiye sahip olmadan konuşan şarlatanlardan da söz etti. “Ben bu şehri çok seviyorum ama bir çakıl taşı bile almadım” dedi. Bir kahve daha içtik galiba, artık yerini hatırlamadığım bir çay bahçesinde. Belki de şairin dediği gibi “yer durur biz sallanırız depremler yalan” idi.

Hiç bilemiyorum.

Suda zıplayan tavşan

Gazeteyi elime aldığımda varsa sizin yazılarınızı mutlaka okurum. Ne gazeteci gibi yazıyorsunuz, ne de asık suratlı. Kendine mahsus, sâkin, bazan derinlikli, bazan mizah. Başkalarını bilmem ama sizin yazılarınızı okurken gölde kayık sefası gibi hissediyorum. Bazan bir tavşan zıplasa da suyun içinde:) Geçenlerde sessizlik üzerine yazdığınız yazıda geçen durum hakikaten Çamlıca’da o sıkıntıyı çeken aile adına üzücüydü. Bilmiyorum ses duvarı yapıldı mı, yoksa sorumlular kulağının üzerine mi yattı?

Yusuf Ziya Cömert ve İbrahim Kiras yazılarında da o sâkin güzel üslup var. Siz edebiyatçılar olmasa gazete gerçekten teknik bir haber bülteni gibi olurdu. Sağolun kardeşim. Nazmi C.

Eren

Maçka’da Eren’in şehid edilmesi herkesi sarstı.

15 yaşındaydı.

Geride masum birkaç fotoğrafı ve o herkesin artık ezbere bildiği “İyi ki varsın Eren demediniz” sözleri kaldı. Herkes “İyi ki varsın Eren” dedi. Ama artık Eren yok.

Çocuk ölümü, genç ölümü, göğ ekinler… Biraz daha ağır ve başka.

O çocuk bedene nasıl nişan alınıyor, o tetik nasıl çekiliyor aklım almaz. Ve aklım almaz daha bir sürü şeyi. Çocuk ölümleri ve bu ölümlerin arkasından geliştirilen söylemler. Her şey tuhaf.

Allah yakınlarının sabrını arttırsın. Kurşunlarla bu dünyadan ayrılan her çocuk, insanlığın sefalet tarihine not olarak düşüyor.

ANONS

Memlekette oy kullanma yaşı 15’e düşebilir.

YORUMLAR (1)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
1 Yorum