Geçip gidecekti durup kaldı

Adamım boşluktaki karsızlığa bakıyordu.

Kar yağmamış yerini de bir şey almamış, alamamıştı. Bazı boşlukların dolmadığını biliyordu ama bu kadarı da fazla mıydı ne? Sonra bir de şu yok muydu: Sanki, kar yağarken arada kalan boşlukların derinliği, kar yağmazkenki boşluktan daha büyüktü.

Derken bir insan daha tanıyordu adamım. Ne kadar ışıklı, naif, içine doğru yürümekten sürekli incelmiş bir can. Sonra dışarı doğru yürümeye başlar başlamaz dünyaya bulaşan ve giderek kabalaşan, karanlıklaşan, canavarlaşan sonra da gözden kaybolan başka canları/zanları düşünüyordu. Birinin içinden çıkamıyor, diğerinin içine giremiyor hissi veren şey yalnızca perspektif miydi?

Mezat salonundaki bitirim tellal eline alıp teşhir ettiği her ufak tefek parçadan sonra ‘sat sat sat saaaat tım’ diye bağırıyordu. Bazan satamadığı bir parçayı ‘çek çek çeeeek tim’ diye tezgâha koyuyordu. Adamım mezatı izlerken tellalın kendisini sattığını düşündü. Kaç para ederdi acaba? Yoksa satılmayıp tezgâha geri mi konurdu?

Kelimelerden bir hamak kurmuştu adamım, içinde yan gelip yatıyordu. Anlamlardan örülmüş bir zamanîlik içinde dinleniyor, muvazenesi bozulup düşünce, pamuk kelimesinin içine yuvarlanmayı umuyor, mızrak ve ok kelimelerini yeterli uzaklığa koyup koymadığına dikkat ediyordu.

Kaderin yasın, acının ve derin kayıpların müziğini masaya koyuyordu adamım.

Sonra sevincin, mutluluğun, coşkunun, esrikliğin müziğini yayan plağın dönüşünü izlemeye başlıyordu. Sonra da bir adım geriye çekilip içine mi düşüyordu geçip giden varoluş numaralarının salkımsaçak belirsizliğinde.

Cebinden bir kapı çıkardı adamım gecenin biraz içinde.

Sonra anahtarı aramaya başladı.

Cam kırıkları. Ne kadar da çoktu. Nasıl da doldurmuşlardı bazı suları, bazı toprakları, bazı içleri.

Geçip gidecekti adamım, durup kaldı. Yaşamaya başladı çoktan ölümlü savaşlarının içindeki hayırları, galibiyetleri, mağlubiyetleri, hikmetleri ve hiç çözemediği buluşmaları, ayrılmaları, olup biteni, olmayıp biteni, olanı, olacak olanı.

Adamımdı işte ve kar yoktu hâlâ.

ZEN'DEN...

Bizim mektebimizde,

öz olarak “davranmama”yı,

temel olarak “bilmeme”yi,

ana prensip olarak da “bağlanmama”yı

esas almak gelenektir.

“Davranmama”,

dışarıdan hiçbir şeyin boyun eğdirmesine

veya hükmetmesine izin vermeme anlamına gelir.

“Bilmeme”,

özel bir düşünce veya kuruntu şeklinin

insanı durdurmasına

veya sürüklemesine fırsat vermemektir.

bu dış boşluktan doğan “bağlanmama”

İse, bizim hakiki varlığımızdır.

“Ben”,

beş duyunun bir araya gelmesiyle meydana

getirilmiş sadece bir hayalettir

ve bu hayaletin mutlak gerçeklikle

hiçbir alâkası yoktur.

Garaudy- İnsanlığın Medeniyet Destanı-Huei-Neng- Vaazlar-Çeviren: Cemal Aydın-Türk Edebiyatı Vakfı Yay.

ANONS

18-02/17/sdf.png

YORUMLAR (3)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
3 Yorum