Şeyle şey arasında insan

Neyle ney arasında?

İyilikle kötülük arasında. Melekle şeytan arasında. Doğu ile batı arasında. Siyahla beyaz arasında.

Uzatılabilir bir listeyle karşı karşıya olduğumuz açık. Doğumla ölüm arasında, geçmişle gelecek arasında, hakikatle yalan arasında, doğruyla yanlış arasında...

Derisiyle elbisesi arasında, yerle gök arasında, savaşla barış arasında, sevinçle acı arasında.

Ve bunların hepsinin arasında.

Kendisiyle kainat arasında.

Hepsinin arasında da denilebilir mi? Bir kuşatma altında insan. Ve yol bulmaya çalışıyor, bunca değerin, kavramın, yönün, anlamın arasında. İşi zor mu zor. Buna geçim kaygısı, insanlarla, adına toplum dediğimiz ‘cehennem’le uyum kavgası; hukukla, değişik çıkarlar arası stratejilerde aşağılık menfaat kurşunlarına hedef olmadan ‘evine’ ulaşabilme kaygısı ve elli tane bileşimi olan siyasetin her gün değişen çapaçulluklarına katlanma zahmeti… Hepsi insan için, yanlış anlama sakın, onun mutluluğu (!) ve iyiliği (!) için.

Daha ‘dağların almaktan çekindiği emaneti alma cehaletine’ girmedik. Çıkamıyoruz.

Ve daha o büyük soruyu sormaya sıra gelmeden evraklarla, işgâllerle, bombalarla, talan edilmiş kimliklerimizle uğraşırken buluyoruz kendimizi.

Ne aynaya bakmaya fırsat var, ne bu telaşlı attan inip şöyle bir dinlenmeye vakit.

‘İşte geldik gidiyoruz’ mu?

‘Aldırma, bu dünya böyle gelmiş böyle gider’ mi?

Başka soruların başka cevapları seçeneği de var elbette.

Neyle ney arasında olduğumuzu pek bilemesek de.

Birazcık empati

Her şey ne kadar da hızla değişiyor; iklimler, sokaklar, insanlar...

Efendim, Kadıköy’deki Misak-ı Milli Sokağı bir zamanlar İstanbul’un en sevimli güzergâhlarından biri idi. Bendeniz bu sokakta bir süre ikamet ettim. Hâfızama nakşolmuş birkaç çizgi: Arnavut kaldırımları, pencereleri süsleyen saksılar, çığlık çığlığa martılar... Ve onbeş yaşlarında down sendromlu bir çocuk: Selim.

Annesini doğum sırasında, babasını on yaşındayken bir trafik kazasında kaybetmiş Selim. Tutunacak tek dalı amcası Şirzat Bey.

Amca, yaşlıca bir gözlükçü. Ekonomik durumu fena değil. Ne var ki bir türlü kabullenememiş engelli yeğenini. Selim’i evden, dükkandan, müşterilerinden uzak tutmak için elinden geleni yapıyor. Yeğen ise amcasını çok seviyor; ondan hiç mi hiç ayrılmak istemiyor.

Uzatmayalım efendim, civardaki bir lokantacı sahip çıkmış Selim’e.

...

Selim’i, zaman zaman uğradığım bu lokantada tanıdım. Getir-götür işlerine bakıyor, bardak, çanak yıkıyor, lokantanın bodrumunda yatıp kalkıyor. Meramını anlatabilecek kadar konuşma becerisine sahip... Duygusal, içten, mâsum. “Kötülük” kavramından habersiz; tüm down sendromlular gibi.

Bir gün, Şirzat Bey’i lokantanın önünden geçerken gördüm. Masaları silmekte olan Selim, fırlayıp koştu amcasına sevinçle. Beriki ise başını öte yana çevirip hızla uzaklaştı. Tanımazlıktan geliyor, unutturmak istiyor kendini.

...

Aradan bir süre geçti. Kasım 1979. Gün henüz ışımamış. Birden, korkunç bir patlama! Ardından cam kırığı sesleri... Bağırtılar, çağırtılar, çığlıklar!

Gökyüzü turuncu kesilmiş âdetâ... Yüzleri yalayan müthiş bir sıcaklık... Rıhtımdaki tüm evlerin, dükkanların camları paramparça... Yerler cam kırıkları dolu... sahil insan seli... Birileri, fırsattan istifade camları kırılan dükkanlara dalma gayretinde!

Birkaç dakika sonra bu inanılmaz patlamanın nedenini öğrendik: Petrol yüklü dev bir gemiyle, bir kuru yük gemisi. çarpışmış!

...

O korkunç patlama sırasında Selim’in amcası beyin kanaması geçirerek felç oldu. Deposundaki gözlüklerin bir kısmı parçalandı; kalanı da yağmalandı.

Ertesi akşam işten dönerken Selim’i gördüm. Koşar adım gidiyor. Elinde kumanya. Besbelli ki lokantada hazırlamış. “Nereye?” dedim. Kumanyayı gösterek sevinçle gülümsedi: “Amcama!”

Sonra yüzünde buruk bir ifade belirdi. Amcasının yatağa bağımlı olmasından ötürü buruk; ona kavuşacağı, ona kumanya götürdüğü için sevinçli!

...

Down sendromlu insanlarımızın yalnızca tek şeye ihtiyacı var: Birazcık anlayış!

Aslında, ihtiyaçlar karşılıklı. Bencilliğin, çıkar hesaplarının, fitne-fesadın, vahşetin kol gezdiği bir dünyada antidepresanlarla gitgide daha çok tanışık olmaya başladık. Acaba diyorum, kötülüğe yabancı, saflığın ve masumiyetin simgesi olan bu insanlarımızla da birazcık tanışmayı, onlarla empati kurmayı denesek?

Belki de özlemini duyduğumuz iç huzuru fazla uzakta değildir, efendim..

YUSUF ZİYA ADIDEĞMEZ.

YORUMLAR (1)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
1 Yorum