Silahların gölgesinde

Dünya, her zaman olduğundan biraz daha fazla bir silah alış verişi içinde.

Her zaman iş yapan ölümcül bir pazar bu.

İnsanoğlunun bilinen onbinlerce yıllık tarihi içinde, yaklaşık olarak toplamda sadece iki yüz yılının savaşsız geçtiği varsayılıyor.

Sivri taşlardan, mızraklardan, oklardan, delikli demirlerden nükleer başlıklı füzelere geçişimizin tarihi, aynı zamanda bilimsel gelişmelerin önce ölüm ve öldürme tekniklerine bağlı olarak var ve esir olduklarının da sicil kayıtları gibi.

İnternet bile önce askerî alanda kullanılıyordu, sonra sivil kullanıma açıldı, gerisini siz düşünün.

Silahı bulup geliştirenler, sadece kendisini savunma amaçlı kullanmıyor; başkalarına bu silahı satarak inanılmaz kârlar da elde ediyorlar. Barış güvercini gibi gözüken nice silah taciri ülke var. Doğal olarak silah üreticisi bu ülkeler, gerginlik ortamı olan coğrafyalara silah satıp para kazanacakları için çatışmalar pek hoşuna gidiyor. Bir tehlike yoksa da siyasî/askerî gerginlikler üretmek onlar için ahlâksız bir tutum olarak değerlendirilmiyor.

Ve yine çok iyi biliniyor ki BM’de veto yetkisi olan ülkelerin hepsi, aynı zamanda dünyanın en büyük silah üreticileri.

SİHA’lar, S-400’ler bugünlerde ülkemizde sıkça telaffuz ediliyor; sebebi var.

Kuzey Kore’nin nükleer başlıklı uzun menzilli füzeleri de küresel düzeyde başka güncel bir mesele.

1974 Kıbrıs Harekâtı’ndan hemen sonra ve uzun süreli olarak Türkiye’ye uygulanan silah ambargosu, bugün Almanya ve Avusturya öncülüğünde başka söylemlerle yeniden hortladı.

Silah, uluslararası siyasette çift taraflı bir işleve sahip.

Silah ihtiyacı olan birine silah verilmediği zaman, o silah vermeme hâli ayrı bir silah kullanımına dönüşüyor. Bugün Almanya’nın üzerimize doğrulttuğu silahlardan biri de bu ‘silah vermeme’ enstrümanı. Asıl soru ise hâlâ neden dış silaha muhtaç oluşumuz.

Haricî otomobil de öyle. Şimdilerde haricî saman alıyoruz, o da öyle. Bunlar birer soru.

Sulh-u salah istiyorsak sadece cenge hazır olmak yetmiyor, uygun silahla mücehhez olmak da bu işin ayrılmaz bir cüzü. Ve bu silah, kendi ürettiğiniz bir silah değilse, her zaman size doğrultulması muhtemel bir silah.

Bugün uluslararası siyaset, geçmişten çok da farklı olmayan biçimde yine namluların, bombaların, ölüm tekniklerinin gölgesinde şekilleniyor. Yüksek düzeyde öldürücü sonuçlar içeren bir silah üretmişseniz, bir anda dünya gündeminin başköşesine yerleşiyorsunuz.

Ölümle sonuçlanan bir dünyayı daha da ölümcül hâle getirmek için kıyasıya yarışan toplulukların ilerlemesinden ne çıkar? İçinde bulunduğumuz cansıkıcı dünya çıkar.

Silahı olan dünya politikasına yön verir ve uzmanlar hep konuşur.

Şair ne demişti?

“Nedir bu kölelerin olanca silahları/Silahların köleleleri olmaktan başka”.

HERO İLE LEANDROS'UN ÖYKÜSÜ

(…) Kaçışlarının daha ilk gününde, kaçanlar arasında en azından iki tür insan olduğunu gördü. Kimileri, gece gündüz uyumadan, durmaksızın acele acele gidiyorlar ve onların iki durak ve iki ateş arasında yeteştirdiklerini toplamayı umarak sürekli öne geçiyorlardı. Daha sonra bu insanları yolda tekrar gördüler; tükenmeş, iki dirhem şarap karşılığında bir dirhem mum vererek, yolculuğa devam edemeyecek durumdaydılar. Diğer insanlar daha ağır ilerliyorlardı, ama konak yarine vardığında paniğe kapılıyorlar, savaş alanından haberler soruyorlar, mültecî kamplarında geziniyorlar ya da ateşin yanına oturup körlerin guzla oynayışını dinliyorlardı. Bunlar ağır ağır ilerliyorlardı ve Leandros gibi olan az sayıdaki insan onları çok çabuk geçiyordu. Leandros kendi düşüncesine uygun bir kaçışa Diomidi’yi iknâ etmekte güçlük çekiyordu. Günü ve geceyi Bizans saatine göre ölçerek ikiye bölüyorlardı.; günün ve gecenin yarısında dinleniyorlardı ve geri çekilirken her şeyi yağmalayan Avusturya ordusuna yetişmemek için çok hızlı gitmemeye ve Sultanın ordusunun Tatar öncüleri tarafından yakalanmamak için de çok yavaş gitmemeye dikkat ediyorlardı. Arkalarından, arkada kalanların korkusu geliyordu ve bu korku onların kendiçkorkusunun önüne geçiyordu. (…) Milorad Paviç-Rüzgârın Tersi- Çev.: Işık Ergüden-Mitos yay.

ÇARESİZLİK

Sayın Mevlana İdris,

Yazınızı içim yanarak okudum. Hazine Müsteşarlığında on yıllık uzmanım. Hiçbir şekilde bu grup ile temasım olmadı, ne bir sohbet ne bir himmet işine bulaştım.

Ancak ilk hafta açığa alındım. Beş ay açıkta kaldıktan sonra tekrar işe döndüm ancak işime olan bağlılığım çok yara aldı.

Bir de işin öteki tarafı var, bu savaş başlamadan önce bazı yerlere bu grubun himayesi olmadan girmek öyle zordu ki.

Pek çok yeni mezun için işe girmenin tek yolu önce bu gruba dahil olmaktı.. Hele de kimsesi olmayan garibanlar için.

Köyünden zor çıkmış, kendi gayretiyle okumuş insanlar için başka çare nerdeyse yok gibiydi. Burslar, yurtlar… Şimdi onlardan pek çoğu ziyan oldu.

En acısı da ne yazık ki en kalitesiz fetöcüler hala kurumlarda. Her türlü referansa dayanan, işe de hayır etmeyen, menfaatinin peşinde pek çok kişiye hiç dokunulmadı.

Ucuzluk giderek fiyatını artırıyor.

Mevla sonumuzu hayır etsin. E.S.

ANONS

‘Barış kazanılır ama henüz kimse savaşı kazanamadı.’

YORUMLAR (2)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
2 Yorum