Ahlak nedir?

Ahlâk; donanım, duygu, düşünce ve eylem boyutlarıyla -bedenimizdeki kan gibi varlığını hissetmesek de- hayatımızın içinde her an etkin olan insanî gerçekliğimizdir. Ahlâkı insanlar bulmadı; o insanın doğal yapısında, -Kur’anî tabirle- ‘fıtrat’ında vardır. Devlet ve hukuk ise ahlâkî normların işlerliğini sağlamak üzere “sosyal mukavele” ile sonradan oluşmuştur.

“Din nedir?” sorusundan önce de Aşkın Varlık inancı ile bu varlığa saygı gösterme (ibadet) hep vardı. “Varlık, bilgi, düşünme nedir?” sorusundan yani felsefeden önce de varlık, bilme ve düşünme hep vardı. “Sanat nedir?” sorusundan önce de insanda güzellik-çirkinlik şuuru hep vardı. İşte bunlar gibi “Ahlâk nedir?” sorgulamasından önce de ahlâk vardı.

Ahlâkı da dini de felsefeyi de sanatı da inkâr edenler olmuştur. Yine de bu sayılanların hepsi birer insanlık gerçeğidir. Felsefî antropolojide insan denince sadece “konuşan, gülen, ölümlü varlık” anlaşılmaz. Aynı zamanda insan “inanan, ahlâk bilinci taşıyan, düşünen ve bilen, güzellik-çirkinlik şuuruna sahip… bir varlık” olarak da tanımlanır.

***

Büyük dinlerin tamamı, -inanç konularında ve ibadet uygulamalarında farklı olsalar da- ahlâk alanında hemen hemen aynı ilke ve normlarda birleşirler. Tevrat’taki “On Emir”den -Cumartesi yasağı dışındaki- dokuzu Kur’ân-ı Kerîm’in İsrâ sûresinde de öz olarak tekrarlanır. Hz. İsa’nın “Dağ Vaazı”ındaki birçok unsurlar “el zinası, dil zinası, nefis zinası” gibi ifadelerle Hz. Peygamber’in hadislerinde de yer alır. Hint dinlerinde ahimsa kavramının içeriğinde yer alan “zarar vermemek, öldürmemek, şiddete başvurmamak, çalmamak, yalan söylememek, zina etmemek” gibi normlar bütün ahlâk kültürlerinin müşterekleridir. Buda’nın öğretisindeki “dört kutsal gerçek” ile Nirvana’ya ulaşmanın şartları olan ve “sekiz dilimli yol” olarak ifade edilen ilkelerdeki ahlâk esasları, diğer kitabî dinler gibi İslâm’ın ahlâk öğretisiyle de uyuşmaktadır. Kısacası, farklı yerlerden tırmanışa geçen dağcıların zirvenin tepe noktasında buluşmaları gibi dinler de ahlâkta buluşurlar.

Hülasa, doğru sözlülük, dürüstlük, ahde vefa, adalet, merhamet, cömertlik, sabır, tevazu, kanaatkârlık, paylaşma; insanların canlarına, mallarına, namus ve şereflerine saygı gibi “yalın ahlâk” denilen erdemler bütün dinlerde ve kültürlerde yüceltilmiş; bu erdemlerle donanmış insanlara her devirde ve her toplumda saygı duyulmuştur. Bir eşkıya bile bir bilgeye, bir velîye saygı ve hayranlık hisseder.

***

Kuşkusuz insan doğasında yalnızca yapıcı ahlâk yetileri yok; onda bu yetinin önünü kesen başka eğilimler de var. Bencillik ve çıkarcılık ile bunların ürettiği hâkim olma ve yönetme tutkusu, baskı, zulüm ve sömürü, cinsel sapıklık, tahammülsüzlük, ötekileştirme, aşağılama gibi birçok yıkıcı eğilimler ahlâkın önünü kesmekte ve sonuçta hem başka bireylere, topluluklara ve genel olarak insanlık onuruna hem de bizzat kötülük işleyenin kendi insanlık onuruna zarar vermektedir.

İşte bu sebeple genel olarak dinlerin ve son din olarak İslâmî öğretinin iki temel hedefinden biri, bütünüyle varlığın kendisiyle anlamını bulduğu En Yüce Varlık inancına ulaşma çabasında, biri de en yüksek insanî kemali kazanma arayışında insanoğlunun önünü aydınlatmak olmuştur. Bu bakımdan Müslüman âlim ve düşünürlerinin, İslâm öğretisinin en yüksek hedeflerini “Allah’ın buyruğuna saygı ve Allah’ın yarattıklarına şefkat” şeklinde özetlemeleri son derece anlamlıdır. Birçok düşünüre göre bunların birinden veya her ikisinden mahrum kalmış insanlık, artık ötekiler gibi sıradan bir canlı türü veya -Fârâbî’nin tabiriyle- “ara varlık”tır.

Yaşadığımız dünyanın gerçeklerine buradan bakınca, J. J. Rousseau’nun “İlkel insanlar uygarlaşmış toplumlardan daha özgür ve daha erdemliydi” mealindeki düşüncesine hak veresimiz geliyor.

YORUMLAR (16)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
16 Yorum