Erguvan delen gemi…

Kar yağmadan gelen bahara hayıflanırken erguvan geçişine hazırlanıyorduk ki birden bir kuru yük gemisi boğazın mavi kumaşını yırta yırta gitti ve Hekimbaşı Yalısı’nın kanını akıtıverdi. Beşir Ayvazoğlu’nun yazdığına göre özellikle gül ve karanfil sevdasına kapılmış hekim Salih Efendi, bu aşkın yansıması olacak ki tam da Boğaz’ın ortasında bir kınalı çiçek gibi duran bu yalıyı yaptırıvermiş. Mevsimin ve günün değişen saatlerinde bu yalının cilvelerine hayran olanlardanım. Karşı tepelerden gün batımına yakın bambaşka bir görünüşü vardır ve aşı boyası rengiyle Boğaz’ın sularıyla öpüşmeye başlar. Fakat benim asıl derdim erguvan mevsimi gelip döndüğünde, mor, mavi, yeşil ve kırmızının bu mağrur duruşudur. Onda bir geçmiş duygusundan öte pervasız bir gençlik atılışı da duyarım. Bugünün dünyasında boynu bir bir vurulan yaratıcı pervasızlıklar karşısında dinmeyen isyan bayrağını da görürüm. Bir sabah vakti, metal bir gemi burnuyla böğrünün deşilip adeta bağırsaklarının etrafa dağıldığını gördüğümde geleceğe dair büyük korkulara da bundan kapıldım. Yeniden restore edilse bile bir kere yaralanan yüz gibi hep derin bir iz taşıyacak.

***

İstanbul Boğazı’nın her iki arka sırtında gittikçe yükselen gökdelen görgüsüzlükleriyle kuşatılmasının erguvanlar dahil şehri yaratan her değerin ruhuna zarar verdiğini söylemekten elbette yorulmayacağız. Toprak ve su seviyesinden hava ve rüzgar derecesine yükselen her yapılanmada insana ve tabiata aykırı bir akım hep vardır. Sözgelimi Hekimbaşı Yalısı, kara ile denizin öpüştüğü yerde değil daha yukarıda yapılsaydı ontolojik bir dengesizlik olacak ve böylece yaratıcı yorumun hüznü gurura dönüşecekti. Geçmişin estetiği doğaya sonsuz bir bağlanmadır. Değişik vesilelerle en üst katlarına çıktığım bu yeni yapılardan İstanbul’un görünüşünün tekdüze bir bozuluşla bu bağlanmanın dışına çıktığını ve maddileştiğini söylemeliyim. Ve bu vesileyle her bahar kutlanan lale festivaline de ayrıca itirazlarım var. Eski İstanbul’da bir şahsi zevk olarak gelişip serpilen lalenin, şehir meydan ve parklarında popüler bir kitle nesnesine dönüştürülmesini yadırgıyorum. Çok kısa süren mevsimi boyunca lale, ancak sahibinin şahsi elleri ve onun etrafında dönen zevk dokunuşlarıyla asıl anlamını bulabilir. Bir ev ve aile çiçeği saydığım laleyi tarihi dokusu talan edilmiş bir şehre yapıştırmanın kalıcı vasfı yok.

***

Bunun tam aksine erguvan ise alabildiğine serazat ve aile ve planlı bahçeden uzaktır. O sadece Boğaz/ Boğazlar boyunca değil İstanbul’un arka semtleri içinde, çalılıklarda, bahçe içlerinde ve semt aralarında da tek başına hüküm sürer. Adeta gövdesine bile yapışarak patlayan diri ve memeli mor çiçekleriyle bana hep Bizans/Osmanlı prens ve şehzadelerini hatırlatır. Bu iki uygarlığın birleştiği neredeyse tek çiçek ağacıdır. Onlara rastladığım her yerde altlarında durur uzun uzun kulak veririm. O kıskanılası canlı renginin gerisinde bestelenen senfonik müziği duymaya çalışırım. Bazen yağmurun hışmıyla silkelenip de diplerinde mor çarşaflar oluştuğunda bu boyun vuruşmuşluğun hüznünü yaşarım. Her durumda onun hayatımıza kattığı ele geçirilmez bıçkın mert sevgiyi hayranlıkla izlerim.

Metal burunlu bir kuru yük gemisinin deldiği Hekimbaşı Yalısı’nın hemen sırtında başlayan erguvan salınışı şu günlerde daha bir canlanacak. Gül ve karanfilin kırmızı renkle kurduğu dolaylı etkileşim bu yalının tarumar olmuş gül görüntüsüyle daha da zıt bir manzaraya kavuşacak. Yine Boğaz’ın karşı yakasından onun bir enkaz gibi mavi sularda salınışın göreceğiz. Ama hiçbir görüntü bir kaza sonucu olmanın ötesinde bir tarih suçu olan bu şehre sahip çıkamamanın kayıtlarını silemeyecek. Erguvanı delen gemi kim bilir belki bir resme konu olup sonsuzda dek yaşayacak.

YORUMLAR (1)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
1 Yorum