Nane Şekerci, Dostoyevski, Şeyh Galip...

“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen.” (Galip Dede)

Öğleye doğru gelirdi hep.

Üzerinde upuzun, tertemiz bir önlük. Önlüğün ceplerinde el büyüklüğünde beyaz kâğıt tomarları. Boynunda, nane şekeri dolu kocaman, pırıl pırıl bir kavanoz. Özenle taranmış bembeyaz saç, sakal.

Yaşına göre dinç adımlarla içeri girer, tebessüm ederek selam verirdi. Sonra önlüğünün cebindeki kağıtlardan birini alır, fişek haline getirip nane şekeriyle doldurur, masaya bırakır, parasını alıp giderdi.

Onun gelmesiyle hem ağzımız tatlanırdı hem gönüllerimiz. Yüzündeki o huzur ifadesinin kaynağını hep merak ederdik. Konuşmazdı hiç. Adı neydi, nerede ikâmet ederdi, meçhul.

Bir gün yine aynı saatte geldi Beyaz Saray Çarşısı’ndaki yayınevine. Nane şekerini dağıtıp uzaklaşırken, şair Dilâver Cebeci onun ardından bakarak anlamlı bir ifadeyle mırıldandı: “Kimlik meselesini halletmiş görünüyor. Zübde-i âlem olduğunun şuurunda. Zâtına hoşça bakan bahtiyar bir adam.”

***

Birkaç yıl sonra.

TRT’ye proje hazırlayan bir yapım şirketi. Her çarşamba, öğleden geç vakitlere kadar süren istişâre toplantılarının o gün sıradışı bir konuğu var: Ayşe Şasa.

Ekrana uyarlanabilecek romanlardan söz edilirken, konu döndü dolaştı Dostoyevski’nin Suç ve Ceza isimli şaheserine geliverdi. Ardından da romanın belkemiğini teşkil eden içsel çatışmaya. Eserin ana karakteri Raskolnikov bir nevi kimlik bunalımında. Izdırap girdabında kıvranarak hep aynı şeyi sorup duruyor kendi kendine:

Ben sıradan bir insan mıyım, yoksa bir Napolyon mu?”

Ayşe Şasa bu konuda ilginç bir yorumda bulundu:

“Birisi çıkıp da Raskolnikov’a şunu hatırlatsaydı: Geç Napolyon’u vesaireyi; sen zübde-i âlemsin!”

Meraklı bakışlar arasında devam etti:

“Birisi bunu hatırlatsaydı ve Raskolnikov bu hakikati idrak edebilseydi, kendi gerçeğinin farkına varacak, iç dünyasındaki çatışmalar sona erecekti.”

Ateist olduğunu sık sık vurgulayan Refik Erduran şiddetle muhalefet etti bu görüşe. Atilla İlhan ise konuya başka bir açıdan yaklaştı:

Diyelim ki Ayşe’nin dediği gibi oldu. Bu durumda, iç dünyası sükunete kavuşan Raskolnikov o meşum cinayeti işlemeyecekti; dolayısıyla, Suç ve Ceza gibi şaheser de vücuda gelmeyecekti.”

Ayşe Şasa, “benim asıl vurgulamak istediğim roman falan değil” diye tekrar söz aldı... Ve yaklaşık iki saat kadar süreyle Şeyh Galib’in kâinat çapındaki o ünlü dizesini yorumladı. Hem de ne yorum! Refik Erduran bile yemeğin soğuduğunun farkında değildi.

***

O yıllarda ülkemizde Turgut Özal rüzgârı esmekte.

Merhumun tabiriyle transformasyon dönemi. Pıtrak gibi türeyen hayali ihracatçılar, çek-sent mafyaları, bankerler, ‘işini bilen memurlar’...Her köşe başında bir taverna... Işık hızıyla sınıf atlayan nevzuhur zenginlerimiz tavernalarda, ‘sosyal etkinlik’lerde ‘yeni kimlik’ler peşinde.

Bu arada bir garip zümre daha zuhur etmeye başlamış idi. Kendilerine ‘marjinal’ görüntüsü vererek kimlik arayışına giren güruh. Hristiyan olmadıkları halde, Noel akşamı Beyoğlu’ ndaki San Antuan Kilisesi’ndeki ayinlere iştirak eden tipler. (Basınımızda ilginç haberler çıkardı bu vatandaşlar hakkında. Âyin sırasında mısır gevreği yedikleri için kiliseden kovulduklarına dair vs.)

Teşvikiye Camisi’ne de arada bir yol düşürürdü marjinallerimiz. Cenaze törenleri münasebetiyle cami avlusuna. Kimlik arayışının bir başka göstergesi olarak mevtâyı alkışlayarak yolcu ederlerdi.

Bu zümrenin arasında ‘Önceki Yaşam’ diye bir de moda alıp yürümüştü. Hızla yaygınlaşan bu yeni modanın öncüsü ise sosyetenin pek itibar ettiği bir Hintli!

Mistik güçleri olduğuna inanılan Hintli, parayı bastıran müşterilerin doğumdan önceki yaşamını araştırıp ‘saptamaktaydı’. Kimisi dük, kimisi lord, kral; kimisi düşes, kimisi imparatoriçe. (Yahu biriniz de eski Roma’da damgalı bir köle olsun veya Meksika’da yoksul bir köylü!)

Sonraları bu işte de bir riyâkarlığın olduğu, bazı marjinal yurttaşlarımızın Hintliye mintliye başvurmadan böyle muteber kimlikler edindiği ortaya çıktı.

***

İçlerinde ‘önceki yaşam’a sâfiyâne olarak iman edenler de vardı elbet.

O günlerde Harbiye’deki bir reklam ajansında da metin yazarı olarak çalışmakta idim.

Ajansımızın altındaki katta yaşlı bir karı-koca vardı. Müflis bir ihracatçı aile. Önceleri pek varlıklı imişler. Sonraları işler ters gitmiş.

Hintlinin ifadesine göre, önceki yaşamlarında bir Fransız hânedânına mensup imişler. İflas ederek sıradan vatandaş durumuna düşmüşler; ama ne gam! Ölümden sonraki yaşamda İngiliz Kraliyet Ailesi’ ne mensup olacaklar.

Bir süre sonra şofben zehirlenmesinden öldüklerini duyduk bu ilginç yaşlı çiftin. Kısa bir araştırmadan sonra, yeni yaşamlarına bir an önce kavuşmak için intihar ettikleri anlaşıldı.

Ertesi yıl, Hintli şahsın da sahtekâr olduğu ortaya çıktı.

***

Mutluluğu ‘yeni kimlik’lerde arayan o marjinal zümreyi ve o nevzuhur zenginleri hatırladıkça ve bugünkü benzerlerini gördükçe hep o nane şekerci ihtiyar gelir aklıma. Bir de Ayşe Şasa’nın Şeyh Galip’ten mülhem sözleri:

“Hoşça bak zâtına. Zübde-i âlemden daha büyük kimlik olur mu?”

YORUMLAR (23)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
23 Yorum