Tarihteki ‘Ömer’ler, Tarık Buğra, Erşed, Nihâî...

Eski Ramazan eğlencelerinin başında Karagöz ve kanto gelirdi.”

Bir zamanların TRT klasiğiydi bu cümle. Siyah-beyaz ekranlar kantolarla renklenirdi (!).

Zamanla öğrendik kantonun Ramazan eğlenceleriyle alakası olmadığını. İstanbul’un işgali yıllarında moda haline geldiğini... İşgalcileri eğlendirmek için çırpınan yerli teşrifatçıların çabalarıyla yaygınlaştığını... Sultan Fatih’e nazire yaparak, kır atın sırtında İstanbul’a ayak basan Fransız komutanın kantolar eşliğinde eğlenmeyi pek sevdiğini... vs. vs.

***

35 yıl kadar önceki uğrak yerlerimizden biri de Divanyolu’ndaki iki üç masadan ibaret bir çay bahçesiydi. İşçilik şaheseri mezartaşlarıyla dikkat çeken kabristanın bir köşesindeki mini bir bahçe.

Masaların az ötesinde, Erşed ve Nihâi isimli iki kardeşin mezarı vardı. İşgal yıllarında şehit edilen yirmili yaşlardaki iki gencin kabri. Üzerlerinde ne işçilik ne tezyinat. Unutulmuş gibiydiler bir köşede.

***

Sıcak bir ikindi vaktiydi. Mezartaşları konusunda tez hazırlamakta olan öğretmen bir hanımefendi ve eşiyle birlikte uğradık bu mini çay bahçesine. Bekçi Ali Osman hortumla mezarlığı sulamakta idi. Masalardan birinde, önündeki kâğıt tomarına dalmış olan âşinâ bir sima dikkatimi çekti: Yönetmen Yücel Çakmaklı.

Selam verip bitişikteki masaya otururken yanındaki kişiyi de hatırladım: Ünlü edebiyatçımız Tarık Buğra.

Dalgındı o gün üstad Buğra. Mezarlar arasında dua ederek dolaşan birilerine odaklanmış gibiydi bakışları. 65 yaşlarında, memur emeklisi izlenimi uyandıran bir kadınla erkeğe.

“Oğlumuz”un yazarını ilk kez görüyordum bu mekânda. Birden, yıllardır hafızamda yer eden bir cümle geliverdi aklıma. O ünlü öyküdeki bir cümle. Oğlu Ömer’e dair hüznünü dile getirdiği kelimeler: “Onu, tarihe girmiş bütün Ömer’lerin ikbâline layık görüyordum.”

Bu yaşlı ikili, biraz sonra döne dolaşa Erşed’le Nihâi’nin kabrine yaklaştılar. Mezarların başındaki künyelere göz atınca bir an duraklayıp birşeyler fısıldaştılar. Yaşlı adam, Ali Osman’ın yanına gitti. Hortumu alıp geldi. Gençlerin mezarlarına serpilmiş olan çakıltaşlarını avuçlayıp yıkamaya başladılar. Öyle gelişigüzel bir yıkama değildi bu. Çakıltaşlarını şefkat ve hüzün karışımı bir ifadeyle okşuyor gibiydiler.

İşlerini bitirdikten sonra ayrılmak üzere idiler ki Tarık Buğra tarafından saygılı bir ifadeyle masaya edildiler.

Karı-koca imişler. Yaşlı kadın suskundu, hüzünlüydü. Sürekli önüne bakıyordu. Adam da konuşmaya pek istekli görünmüyordu; ama yine de merakımızı celbeden hususa açıklık getirdi.

“Tesadüfen yolumuz düştü” dedi, “bu kabristanda yatmakta ecdâdımız; padişahlarıyla, devlet adamlarıyla. Ne eşim ne de ben hiçbirini ayırdetmeyiz. Ama bu iki gencin mezarını görünce...”

Düşünceli bir ifadeyle devam etti: “Kıbrıs Barışı Harekâtı’nı hatırlarsınız elbette. Harekâtın hemen ardından taşıtların camları, sokaklar, kahvehaneler, lokantalar posterlerle donatılmıştı. Matbaacılar, flamacılar, afişçiler, bayrakçılar harıl harıl çalışmakta idiler. Pop şarkıcıları besteler yapıyor, plaklar dolduruyordu. Gazetelerin tirajları patlıyordu. Bu ortamdan yararlanarak para kazananlar, şöhret kazananlar da oldu tabii. Kimseyi kınamıyorum; dünya hali, olabilir.”

Bir an durakladı, iç geçirerek devam etti: “Ama bu coşku atmosferinde unutulanlar da vardı.”

Göz ucuyla kadına baktı. Kadın yine suskundu. Beriki devam etti: “Mesela, eşimle benim yakından tanıdığımız bir er... Şehit bir er.”

Bakışlarını iki gencin mezarına çevirdi: “Bu gençlerin mezarını görünce, o şehit er canlandı gözümüzde... Aşağı yukarı bunlarla aynı yaştaydı. Tıpkı bunlar gibi bir köşede unutuldu gitti.”

***

Bu kısacık sohbettin ardından, yaşlı karı-koca masayı terk ederken, öğretmen hanımefendi anlamlı bir ifadeyle mırıldandı: “O suskun kadın, Kıbrıs Harekâtı’nda şehit düşen o gencin annesiydi. Unutulup giden o gencin.”

Tarık Buğra “nerden anladınız?” der gibi baktı. Cevap iki kelimelikti: “Ben anneyim.”

Bu cevap üzerine üstad birden irkilir gibi oldu. Bakışları Erşed’le Nihâi’ nin mezarına çevrildi. Yüz hatları değişmeye başladı. Az önceki yaşlı adamın yüz ifadesi gelmiş, usta yazarımızın yüzüne oturmuş gibiydi. Birer çakıltaşı aldı iki mezardan. Şefkatle evirdi, çevirdi.

Ünlü öyküsündeki oğlu Ömer, babasının hayallerini gerçekleştirememişti, ama varsın olsun... Bu mütevazı kabirlerde iki Ömer yatıyordu. Tarihteki bütün Ömerlerin ikbâline layık iki genç... Bu âlemde değilse bile ebedî hayatta bu ikbâle ulaşacak olan iki şehit.

***

Ölümünden birkaç hafta önce Çapa Tıp Fakültesi’nde ziyaret ettik Tarık Buğra’yı. Hastalığı ilerlemişti. Acı çektiği belliydi. “Keşke o gençlerin mezarından birer çakıltaşı getirip avcuna sıkıştırsaydık” dedi öğretmen hanımefendi, “bazı taşlar acıları dindirir imiş.”

***

Şimdilerde birazcık elden geçirildi Erşed’le Nihâi’ nin kabirleri. Ama keşke eskisi gibi kalsa idiler. Unutulmuş mezarlar bir başka... Onların başında edilen dualar da.

YORUMLAR (18)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
18 Yorum