Babaînin makbul olanı

Osmanlı devletinde Babaîlere ve diğerlerine ancak dünyevî güç peşinde olmadıklarında bir yer vardı.

Salt, Şeyh Edebâli ve Osmanlı hanedanı arasındaki ilişkilerden yola çıkarak erken Osmanlı toplumunda Vefâî- Babaîlerin önemi üzerine kesin bir şey söyleyemiyoruz. Daha doğrusu başta Âşıkpaşazâde olmak üzere ilk kuşak kroniklerin anlattığı menkıbelerin ancak çok cüzi bir kısmına temel olabilecek nitelikte veriye ulaşabildiğimiz için Edebâli üzerinden giderek Babaîler’e varamıyoruz. Bu anlamda, erken Osmanlıda Vefâî- Babaî etkisinin en önemli kanıtı olarak gösterilen bu ilişkinin bir çıkmaz sokak olduğunu kabul etmek durumundayız.

Fakat bu yol biraz ilerledikten sonra tıkanıyor diye erken Osmanlı toplumunda Babaîlerin hiçbir varlığı ve rolü olmadığına hükmetmek de acelecilik olur. Osmanlıların da diğer Anadolu Türk beylikleri gibi, 1239’daki (veya 1240) Babaîler ayaklanması ve 1243’teki Kösedağ yenilgisinden sonra Moğol himaye rejiminin kurulması sürecinde uçlara yığılan ve Selçuklu- Moğol yönetimine karşı olan merkezkaç gruplar arasında olduğu düşünülürse, tam aksine Babaî ayaklanmasına destek veren grupların Bithynia ucunda da mevcut olmamaları için bir sebep yoktur. Ayrıca, yine kuşbakışıyla bakarak, Osmanlı’da dinî anlamdaki Ortodokslaşmanın ancak İran’daki Safevî devletinin ciddî bir rakip olarak ortaya çıkmasına karşı bir tepki olarak ortaya çıktığı dikkate alınırsa, erken Osmanlı toplumunun daha hoşgörülü bir inanç iklimine sahip olduğu gözlemi de yapılabilir.

Bu, erken Osmanlı toplumunda, bazen “yüksek İslâm” olarak nitelenen ve şehirlerle, şehirlerdeki dinî eğitim kurumları ve ulema ile ilişkilendirilen türden bir yaklaşımın hiç bilinmediği ve uçlardaki İslâm’ın ancak heterodoks türden bir “halk İslâm’ı” olduğu anlamına gelmiyor. Sathî olarak, o toplumdaki fakih bolluğuna, kaynaklarda zikredilen ulemaya ve Orhan Bey’in İznik’i alır almaz bir manastırı medrese hâline koyması gibi olaylara baksak bile bu türden köşeli genellemeler yapamayız gibime geliyor. Öte yandan, ilk Osmanlı beylerinin, dinî anlamdaki meşruiyetlerinin önemli bir kısmını, daha sonra marjinalize edilecek türden “babalar”, “abdallar” ve heteredoks şeyhler ile olan ilişkilerinden aldıklarını göz ardı edemeyiz. Osmanlı hükümdarlarının, devletin merkezî ordusu olan yeniçeriler ile Bektaşî tarikatı arasında, ta ocağın kaldırıldığı 1826 yılına kadar sürecek olan özel bir ilişkinin gelişmesine izin vermelerinin de bu bağlamda bir anlamı olduğuna kısaca değinelim.

Abdal veya baba lakaplı dervişler, Ahmet Yaşar Ocak’a göre Anadolu Selçuklu devletinin dağılmasıyla çeşitli Türkmen beyliklerinde ve Osmanlı beyliğinde görülmeye başlamıştır:

“Bunlar Bizanslılara karşı yürütülen gazalara katılıyor, müritleriyle birlikte fethettikleri topraklarda zaviyeler kurarak bölgedeki yerli halk arasında ‘hurafelerle karışık’, çoğunlukla Sünnî İslâm’la pek bağdaşmayan bir İslâm propagandası da yapıyorlardı.”

Ocak, Âşıkpaşazâde’nin, Rum’daki meşhur dört zümreden biri olarak saydığı Abdâlân-ı Rûm’un arasındaki bu dervişlerin ikinci ve üçüncü kuşaktan Babaî şeyhleri olarak teşhis edilebileceği görüşündedir:

“Başka bir ifadeyle Abdâlân-ı Rûm (Rum Abdalları) terimi, menşe’lerinde belki çok az Yesevî ama daha çok Kalenderî, Haydarî ve Vefâî olup, Baba Resûl isyanına katılan Türkmen babalarını, isyandan sonraki yaklaşık yarım yüzyıl boyunca kendi bünyesinde yoğuran Babaîler hareketine bağlı bütün bir heterodoks derviş gruplarını ifade eder.”

Görüldüğü gibi Ocak, Babaî hareketinin kapsamını sadece Baba İlyas’ın kendi Vefâî tarikatıyla sınırlı tutmuyor. Yukarıda sayılan tarikatların, Babaî hareketi tarafından nasıl ve hangi mekanizmalarla kontrol edilebildiğinden veya bu bağlılığın ne anlama geldiğinden emin değilim. Meselâ, Menâkıbu’l-Kudsiye’ye göre bile, Ocak’ın, Haydarî olduğunu vurguladığı Hacı Bektaş Veli, Baba İlyas’ın isyanına katılmamıştı. Ayrıca, Babaî hareketinin kapsamını daha geniş tutmanın ve çeşitli heterodoks grupları bu şemsiye altında toplamanın, biraz paradoksal bir şekilde, Babâilerin, erken Osmanlı toplumundaki rolünü daha görünür kılmadığı, tam aksine silikleştirdiği bile ileri sürülebilir.

Ocak, Geyikli Baba, Abdal Musa, Kumral Abdal / Kumral Dede ve Abdal Murad’ı, Rum Abdalları’na örnek olarak veriyor. Burada sadece ikisi, Geyikli Baba ve Kumral Dede üzerinde biraz duracağım. Geyikli Baba, Âşıkpaşazâde’nin (ondan alarak da Neşrî’nin) Baba İlyas’a nispet ettiği tek sufî / abdal olması hasebiyle, konumuz açısından çok önemli görünüyor. Âşıkpaşazâde’nin, aynen kendi dedesi Âşık Paşa gibi Orhan döneminin “fukarası” (dervişleri) arasında zikrettiği Geyikli Baba’nın adını, ilk Osmanlı beylerinin “yumurtaların hepsini aynı sepete koymamak” diyebileceğimiz politikasını anlattığı yerde de görüyoruz:

“Haslet-i Orhan Gazi: Ol imâret yapdı kim fakirler her gün ta‘am yiyeler. Ve medreseler yapdı kim, ulemâ cem‘ etmek içün. Ve dahi ziyâde mahabbet etdüği dervişlere zâviyeler yapıverdi. Nitekim Geyiklü Baba üzerinde cum‘a mescidi ve zâviye yapdı.”

Âşıkpaşazâde’nin anlattığı, sağlam bir hisse çıkarılması gereken bir de Geyikli Baba kıssası var ki, Orhan Bey örneğinde Osmanlı hükümdarlarının ne tür dervişleri sevdiklerini gösteriyor. Yeni fethedilen Karesi vilâyetine oğlu Süleyman Paşa’yı atayan Orhan Bey Bursa’ya döner ve “vilayetün dervişlerini teftiş etmeye meşgul” olur. İnegöl yöresinde, Keşiş Dağı yakınlarında pek çok derviş gelip, yerleşmiştir. İçlerinden biri dağda geyikler ile yürürmüş. Orhan’ın babadan kalma adamlarından Turgut Alp bu dervişle arkadaş olmuş. Orhan’ın dervişleri teftiş ettiğini duyunca “hayli mübarek kişidir” diyerek Geyikli Baba’yı Bey’e anlatmış.

Dervişlerin teftişi nasıl olurdu, pek belli değil ama Ocak’ın da belirttiği gibi Orhan Bey’in ülkesine göç eden dervişleri başıboş bırakmadığı anlaşılıyor. Bu arada, Keşiş Dağı’nın Bizans döneminde de inzivaya çekilen keşişlerin mekânı olduğuna geçerken değinelim ve doğrudan bir alıntı yapalım: “Orhan Gazi eydür: ‘Aceb kimün müridlerindendür. Varun kendüden sorun’ dedi. Geldiler, sordular. Derviş eyitdi: ‘Baba İlyas müridiyin’ dedi. Seyyid Ebulvefâ tarîkındanın’ dedi”. Bunun üzerine, dervişin katına getirilmesini emrettiğine göre onun Vefâî tarikatından olmasının kendi başına Orhan’a yetmediğini de söyleyebiliyoruz; Bey’in hâlâ anlamak, öğrenmek istediği bir şeyler olmalıydı…

Geyikli Baba, Orhan’ın davetini kabul etmez ve “Sakın, ol han dahi gelmesün” diye haber gönderir. Orhan’ın üstelemesi ve iyice meraklanması üzerine de “Dervişler göz ehilleri olurlar. Gözedürler. Dahi vaktinde varurlar kim du‘aları makbul oluna” der. Bir gün de bir kavak ağacını koparır, omzunda götürür ve kimseden izin almaksızın bey sarayının avlu kapısının iç yanına diker. Orhan’ın haberi olup çıktığında ağaç çoktan dikilmiştir. Baba, kendisine bir soru sorulmasını beklemeden, “Teberrükümüz oldukça dervişlerün duası sana ve neslüne makbuldür” der, duasını eder ve oyalanmaksızın döner, kendi yerine gider.

Bu ağaç, Âşıkpaşazâde’nin menakıbında, Osman’ın meşhur rüyasındaki, göbeğinden bitip gölgesi âlemi tutan ulu ağaç ve Murad Hüdavendigâr’ın sırtını yaslayıp otururken, Pulonya hisarının yıkıldığı haberini aldığı ve hemen “Devletlü Kabaağaç” adını verdiği ağaç gibi kutlu bir ağaçtır ve Osmanlı devletini temsil etmesi açısından ikincisindense birincisine benzemektedir. Hatta burada Orhan’ın rüya görmesi unsuru olmadığı ve devleti temsil eden ağaç bir Babaî dervişinin armağanı olduğu için, dervişin rolünün de Edebâli’den daha dolaysız olduğunu ileri sürebiliriz. Tabii ki Geyikli Baba’nın “teberrükümüz oldukça” sözlerini, “kutsanmış armağanımız burada yaşadıkça…” şeklinde anlıyorum. Dahası Osmanlı padişahları da öyle anlamış ki Baba’nın armağanı uzun bir süre imparatorluktaki en iyi bakılan ağaç olmuşa benziyor: “Ol kavak ağacı şimdi dahi vardur. Saray kapusunun içinde gayetde büyümüşdür. Ve her gelen padişah ol ağacın kurucasını giderdürler.”

Geyikli Baba’nın hikâyesi bu kadar değil. Orhan Bey, bu olaydan sonra Baba’yı ziyarete gider ve İnegöl’ü ona vermek ister. Gerçek teftiş veya sınav da budur aslında ve Baba sınavı şu cevabıyla geçer: “Bu mülk ü mal Hakk’undur. Ehline verür. Biz anun ehli değülüz”. Orhan herhalde memnun olmuştur ama “Ya ehli kimlerdir?” diye bilmezlenir. Derviş, “Hak ta‘âlâ dünya mülkünü sizün gibi hanlara ısmarladı. Malı dahi mu‘âmele ehline ısmarladı kim kullarum birbiriyle mesâlihin göreler” diye açıklar. Geyikli Baba, bu sözleriyle, Vefâî tarikatından olmasına ve öteki dünya ile birlikte bu dünya saltanatını da talep ederek ayaklanan Baba İlyas’ın müridliğini benimsemesine rağmen siyasî iktidara bir tehdit oluşturmadığını, dünyevi zenginlik ve güç peşinde olmadığını söylemiş olur.

Orhan Bey’in, “Derviş nola benüm sözümü kabul etsen” diyerek ısrar etmesi üzerine Baba da artık onu kırmaz ve “Şu karşuda duran depecükden berü yercüğez dervişlerin havlısı olsun” diyerek zaviyesine yetecek kadar bir yer almayı kabul eder. Siyasî güce ilişkin bu tavrın, sadece onun değil menkıbeyi aktaran Âşıkpaşazâde ve ailesinin benimsediği tavır olduğunu da söyleyebiliriz. Âşıkpaşazâde için derviş ve sultan arasındaki ideal ilişki buydu, dervişler asla dünyevi iktidar peşinde koşmamalı, kendilerine verilenle yetinmeli, sultan olanlar da dervişleri korumalı kollamalı ve verdikleri karşılığında dervişlerin duasını almalıydı. Siyasî gücün makbul olanı bu şekilde takdis edileniydi. Derviş- tarihçimiz, Orhan’ın Geyikli Baba için bir türbe ve yanında bir tekke ile cami yaptırdığını, zaviyesinin adına Geyik Baba Zâviyesi dendiğini, kendi zamanında çalışır durumda olduğunu ve dervişlerin beş vakitte padişahlara dua ettiğini aktarıyor.

Geyikli Baba’nın Babaî- Vefâî bağlantısını açıkça vurgulayan Âşıkpaşazâde’nin, Edebâli’nin tarikat aidiyeti hususunda suskun kalmasının tuhaflığını bir kez daha vurgulayayım. Geyikli Baba üzerinden Babaîlerin Osmanlı siyasî iktidarını takdis ettiğini ve Babaîler ile hanedanın mükemmel ilişkileri olduğunu anlatan Âşıkpaşazâde’nin, bu ilişkileri ikinci beyin saltanatının yarısından başlatmak yerine, neden ilk beyin henüz huruç etmediği bir döneme kadar geri götürmediğini gerçekten merak ediyorum. Üstelik elinde Edebâli’nin başrolde olduğu rüya hikâyesi gibi bir fırsat varken…

Böylece, Kumral Dede’nin öyküsüne de geldik. Bu dervişin adı Âşıkpaşazâde’nin sadece İstanbul Arkeoloji Müzesi’ndeki 478 numaralı yazmasında bu şekilde geçiyor. Diğer nüshalarda Derviş Turud Oğlu, Turur Oğlu, Turdı Oğlu, Turud ve Turkud isimleri var. Belki de Atsız’ın yıllar önce önerdiği “Durdı oğlu Kumral Dede” tamiri yerindedir. Her hâlükârda, Edebâli, Osman’ın düşünü yorduğunda onun müridi olan bu derviş, “Ey Osman Gazi! Sana padişahlık verildi. Bize dahi şükrâne gerek” diyerek müjdelik talep eder. Osman’ın padişah olduğunda bir şehir verme önerisini geri çevirir ve sadece bir köy ister. Burada da dervişin gösterdiği tavrın, Âşıkpaşazâde’nin makul ölçülerinin sınırları içinde olduğunu söyleyelim. Osman kabul edince de bir mektub / belge ister. O da belgeyi yazamayacağı gerekçesiyle kılıcını ve bir de maşrapayı “nişan” olarak dervişe verir.

Ocak, ilk kez Âşıkpaşazâde’nin anlattığı bu anekdotu şöyle özetliyor:

Âşıkpaşazâde Kumral Abdal’ı (o Kumral Dede diyor), Şeyh Edebalı’nın müridi yapmak suretiyle onu da Baba İlyas geleneğine bağlıyor. Ona göre Osman Gazi’nin gördüğü meşhur rüyayı ilk tabir edip ona büyük bir devlet kuracağı ve bu devletin sultanı olacağı müjdesini veren Kumral Dede’dir. Dede, bu müjdesine karşılık mükâfaat isteyince, Osman Gazi ona bir arazi bağışlar ve okuma yazma bilmediği için Kumral Dede’nin talebi üzerine nişan olarak da kılıcını verir.”

Osman’ın rüyasını ilk tabir edenin ve ona padişahlık müjdeleyenin Kumral Dede olmaması bir yana, eğer onun Babaîliği sadece Edebâli’nin müridi olmaktan geliyorsa orada da duraklamamız gerekiyor. Âşıkpaşazâde, Edebâli’nin kendisinin Babaî olduğunu söylemiyor ki, müridi de bu sayede Babaî olsun! Dolayısıyla, Kumral Dede’yi Baba İlyas geleneğine bağlayan o değildir. Ocak’ın, “Kumral Baba dahi Babayiler takımından bir zât-ı şerif olub Sanğaryos Irmağı yani Sakarya nehrinin kenarında dağlarda dolaşur kerâmeti zâhir bir [merd-i] mübarek idi” şeklindeki sözlerini alıntıladığı 19. Yüzyıl tarihçisi Hayrullah Efendi’nin bu görüşleri ise daha ziyade modern bir tarihçinin yaptığı çıkarıma benziyor. Henüz tartışmadığımız Babaî referansları var ve dahası, Osmanlı tarihçilerinin Babaî ayaklanması karşısında aldığı tavırlara hiç değinemedik…

19-03/31/haan-eedem.jpg

YORUMLAR (6)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
6 Yorum