'Beğeni' kuyusuna düşen artık kendini bulamaz

'Beğeni' kuyusuna düşen artık kendini bulamaz

'İncelikli Haytalar Albümü' kitabı okurla buluşan şair Gökhan Ergür, KARAR'a konuştu: Dijital dünyanın önüme hakikat diye sunduğu düşük kalitedeki içerikleri, yorum yapmam için belirlediği konu başlıklarını reddetmeye çalışıyorum. Bu illüzyona kendinizi bir kere kaptırırsanız, bol alkışlı kuyuya bir kere düşerseniz sonrasında kendinizi bulmanız zorlaşır. Söylemleriniz, metinleriniz ve eylemleriniz basitleşir, bir ömür boyu çırpınıp durursunuz.

SALİHA SULTAN | KARAR

Günümüz edebiyatına damga vuran İtibar dergisinin şiir dünyamıza kazandırdığı Gökhan Ergür’ün ikinci şiir kitabı 'İncelikli Haytalar Albümü' Profil Kitap etiketiyle yayımlandı. 2010 kuşağının şiire ciddi emek veren şairlerinden biri olan Ergür'ün dizeleri, insanın kendine dahi körleştiği bir çağda gündelik yaşama ve insanın iç dünyasına dair incelikli ve dokunaklı gözlemlerle örülü. Öte yandan okuru olarak şiirlerinde Türkçeyi asla hor görmeyen, dile dair bir mesuliyet üstlendiğini gözler önüne seren üslubuna hayran olduğumu belirtmeliyim. Çağdaşı birçok şairin aksine ana dilinin imkanlarını kullanarak kendini bilen, kimlik sahibi bir şair olarak okurunun zihninde vücut bulan Ergür'le KARAR okurları için konuştum.   

Sevgili Gökhan, 'İncelikli Haytalar Albümü'ndeki şiirlerini keyifle okuyorum. Öncelikle teşekkürler bir şiir okuru olarak. ‘Üzüldüm ama olsun çiçeği’, ‘Tükürmedim ağzımdaki kanı, yuttum sessizce’, ‘Şifadır üstüme biçtiğin keder’… Şiirlerindeki bu dizeler durup düşündürüyor beni. Bir yandan ‘Göğsüm patlıyor iyiyim demekten’ diyorsun. Şiir bu iki tavır arasında tam olarak nerede duruyor zihninde?

Yaşamaya tahammül eden ve dünyaya anlamlı bir hikâye hediye etmek isteyen her insan gibi zihnim fazlasıyla karışık. Sanırım şiir de bu karışıklıktan doğuyor. Benim için; zor soruları çözmek, üzerimize çöken sisi dağıtmak ve dünyaya gelmiş olmaya bir anlam yükleyip kendimizi teskin etmeye yarıyor şiir yazmak ve okumak. Umarım bunu layıkıyla yerine getirebiliyorumdur.

Ruhumun tam orta yerinde kocaman bir boşluk var, ne demek istediğimi o boşluğa sahip olanlar çok iyi anlayacaktır. İşte şiir her şeyden önce içimizdeki bu boşluk duygusuyla alakalı bize bir şeyler söyler. İnsan olmak yaralanmak demektir, dünyada eksik kalmak, eksik parçanı aramak, bazen bulmak, bazen de bulduğunu zannedip kaybetmektir. Tüm bunlar olurken, ruhumuzda doğumla beraber başlayan boşluk ve kayıp hissi giderek büyür ve yaşadığımız şaşkınlığa bir anlam vermeye çalışırız. Bu anlam arayışı esnasında sığındığımız ilk çatı elbette şiir olur. Bu tercihin ilk nedeni şiirin de benzer bir dünya şaşkınlığından türemiş olmasıdır. Okuduğumuz dizeler bize tanıdık gelir çünkü şair bizim kaybettiğimizin izini sürmektedir.

Kaybettim ve kaybettik sevgili okur ama iz sürüyoruz, arıyoruz. Biliyoruz ki bu arayış ve bu yolculuk pek kolay olmayacak, günden güne zorlaşacak, olsun. Bağırıp çağıracak, façamızı haybeden yere bozacak değiliz, kızılcık şerbeti içmenin adabını daha küçük yaşlarda öğrendik. Hayat tüm gücüyle, zorluğuyla, kazasıyla, belasıyla gelsin, geri adım atacak değilim. Aksine, yolumu bulmak ve o boşluk hissini doldurmak için karanlığın kalbini tereddüt etmeden şiirle adımlayacağım.

'BENİ BEN YAPAN HER ŞEYE BORCUMU ŞİİRLE ÖDEYECEĞİM'

Kitap adlarını şairlerin ardında bıraktığı bir eşik gibi görürüm genelde. İlk kitabını ‘Üzüntüden’ adıyla yayımlamıştın. İkincisi ise ‘İncelikli Haytalar Albümü’. Üzüntülerini heybene doldurmuş, artık yağmurlu sokaklarda kederli fakat adeta ‘her şeyi gördüm içim rahat’ edasıyla bin yıllık bir türküyü söyler gibisin. 30’lu yaşlarının başında genç bir şairsin de. Ne gördün iki kitap arasındaki bu beş yılda?

Fazıl Hüsnü Dağlarca, Dört Yapraklı Çiçek şiirinde şöyle der: "Çıkamaz çocukluğundan dışarı /

Kimse’". Evet çocukluğumuzdan dışarı çıkamıyoruz bir ömür boyu. Benim için de çocukluğum hep arka bahçem oldu. En güzel günlerim, acılarım, yaslarım, tebessümlerim hep o bahçede yetişip boy verdi ve ne zaman dünyadan kaçsam, kendimle ilgili bir şeyler söylemeye çalışsam kendimi hep o bahçede bulurum, o bahçenin içli şarkısında. ‘Üzüntüden’ işte o bahçenin içli şarkısıydı. Fakat artık büyüyorum, aslına bakarsanız hep büyümek ve sorumluluk almak zorunda kaldım.

İstanbul’un yoksulluğunda ve yoksullarıyla büyüdüm. Dolapdere, Tarlabaşı, Hacıhüsrev, Kasımpaşa ve Beyoğlu’nun birçok hastalıklı sokağı. Kendimi bildim bileli o sokaklardayım, insanların arasında, binlerce çeşit hikâyeyle bir arada. Henüz altı yaşında çalışmaya başladım, sabah erkenden kalkıp tek başıma yürüyerek Turan Caddesi’ndeki berbere gider çıraklığımı yapardım. Bugün eğer ileriye doğru birkaç adım atabilmişsem o günlerin sağladığı özgüven ve hayat birikimiyle olmuştur bu.

Sokak en usta öğreticidir. Hayatın tüm iyiliklerini ve kötülüklerini size ince ince öğretir. Hayatta ve ayakta kalabilmek için sokağa iyi çalışmanız gerekir. Rahatlıkla söyleyebilirim ki ben o derslere iyi çalıştım, sindire sindire ve hâlâ da çalışıyorum. Hâlâ sokağın orta yerindeyim; çingene düğünlerinde, metruk binalardaki midye imalathanelerinde, dünyaya dargın balicilerle, Suriyeli tekstil işçileriyle, Afgan kerestecilerle beraberim. Bununla hep gurur duydum, bir gün bile utanmadım, sıkılmadım.

Sokakta göreceğim ve yaşayacağım çok şey var ama bugüne kadar hayatıma temas etmiş ve beni ben yapmış yaşam olaylarına borcumu şiirle ödemek istiyorum. Üzüntüden bunun ilk adımıydı ve ardından İncelikli Haytalar Albümü. Umarım Allah ömür verir, yazacak çok şeyim var çünkü.

'KENDİME AİT BİR GÜNDEMİM OLMASINI ÖNEMSİYORUM'

Toprağın üstünde çıplak ayak bir yürüyüş gibi şiirin bir yandan, çiçeklerle bezeli bir lisanın var. Hissediliyor, az sonra güneş doğacak. Birçok ‘şairin’ kelimeleri hunharca eğip büktüğü öfkeye, hırsa teslim olduğu, ağız dolusu konuştuğu ve bunun hayli ‘like’ aldığı bir çağda, senin ciğerine çektiğin havanın, içtiğin bu suyun kaynağı ne?

Bir gün işten yorgun argın eve dönüyorum, kapımızın önünde babamın ayakkabılarını gördüm, içim ezildi, fotoğrafını çektim. Sonra o fotoğrafı iş yerimdeki duvara astım. Kim olduğumu, nereden geldiğimi, kimin oğlu olduğumu her zaman hatırlayayım, yanlışa sapmayayım, bu dünyaya niye geldiğimi hep hatırda tutayım diye. Dolayısıyla beni ve şiirimi biçimlendiren ilk şey yetiştiğim aile ortamı.

Ömrüm boyunca iyi bir insan olmak için çabaladım ve bu iyiliği, temizliği, saflığı şiirde de aradım. Şiirde çok konuşmak kolaydır, çok sözle dramatik şeyler anlatmak fakat ben bunun bütünüyle karşısındayım; az kelimeyle, temiz bir şekilde okuyucunun zihnine ve kalbine nasıl dokunurum bunun derdindeyim. Fakat bunu yaparken de yine temiz ve aziz olanın izini sürme gayretindeyim.

Hayatta kendime ait bir gündemim olmasını önemsiyorum. Yaşamın ve dijital dünyanın önüme hakikat diye sunduğu düşük kalitedeki içerikleri, konuşmam ve yorum yapmam için belirlediği konu başlıklarını elimden geldiğince reddetmeye çalışıyorum. Çünkü bu illüzyona kendinizi bir kere kaptırırsanız, o şehvetli ve bol alkışlı kuyuya bir kere düşerseniz sonrasında kendinizi bulmanız zorlaşır. Söylemleriniz, metinleriniz ve eylemleriniz basitleşir, bir ömür boyu çırpınıp durursunuz.

Tüm bunlar yerine önemsediğim konu başlıkları üzerine okumalar yapmak, konuşmak, izlemek, yazmak beni daha çok mutlu ediyor. Yaşadığım ve izlediğim dünyada, insanda ne eksiliyorsa onun peşinden gidiyorum. Mesela neden bayramlar haricinde el öpen insanları göremiyoruz artık? Güya öpenler de neden o eli önce çenesine sonra da alnına değdiriyor. Belki bunu okuyanlar garipseyip: ‘’Adamın derdine bak’’ diyecekler ama bu benim için büyük bir sorun ve üzerine düşünülüp konuşulması gereken bir konu.

'HAYAT RİSK ALDIĞIMIZ BİR SERÜVEN'

Şairliğinin dışında (yanında mı ya da) bir klinik psikolog olduğunu biliyorum. Kaygının, umutsuzluğun üzerimize kara bulut gibi çökertildiği bu salgın günlerinde nasıl görüyorsun insanlığın yürüyüşünü? ‘Teskin etmiyor şimdi bizi ulu vaizler’. Söyle bakalım o zaman, bu olanlara nasıl dayanacağız?

Evet, fazlasıyla zor ve tuhaf zamanlardan geçiyoruz. Uzunca bir süredir her gün evden dışarıya çıkarken aklımızdaki tek soru şu oluyor: “acaba virüs kapar mıyım?”. Bu soru aslında bizdeki temel ve en insani korkunun yani ölümün bir yansıması. Virüs sebebiyle ölmek ve de sevdiklerimize virüs bulaştırıp onları öldürmek istemiyoruz. Üstelik bu ağır yükü 1 yılı aşkın bir süredir omuzluyoruz. Şöyle sakin kafayla düşündüğümüz zaman bunun ne kadar yorucu ve korkutucu bir yük olduğunu fark ediyoruz. Her gün gözle göremediğiniz bir virüs tarafından ölümle tehdit ediliyorsunuz, bu tahammül edilmesi zor bir şey gibi görünüyor ilk bakışta fakat insan o kadar güçlü bir varlık ki bunun da üstesinden geliyor. Bazen tedbirlerini alıp tevekkül ederek, bazen kendisine yeni uğraşlar edinerek, bazen de bana bir şey olmaz deyip ölümü ve ölüm korkusunu bastırıp hayatına devam ediyor.

İnsanın bu gücü ve her şeye alışabilme, uyum sağlayabilme yeteneği bana mucizevi geliyor. Elbette her insanda çark böyle işlemez. Kimi insan psikolojik olarak bu etkilere daha fazla dayanıklıyken kimisi daha zayıftır ve kolayca patolojik sınıra kayabilir. Anksiyete bozuklukları, panik ataklar, fobiler, yeme bozuklukları, obsesif kompulsif bozukluklar böyle zamanlarda ortaya çıkar ve kişinin hayata odaklanmasının, günlük rutinlerini sürdürmesinin önüne geçer. Böyle durumlarda bir uzman desteği almak sağlıklı bir hayat sürmek için oldukça önemli.

Tevekkül etmenin ne kadar kıymetli bir eylem olduğunun farkındayım fakat post-modern dünyanın üretmiş olduğu söylem, tevekküle değil sigorta poliçelerine, ağır silahlara, panzehirlere, etkili tıbbi ilaçlara bel bağlamamızı emrediyor. Aktif bir şekilde kadere iman etmemizi değil pasif ve eylemsiz bir şekilde güvenli alanlar satın alıp o alanların içinde beklememizi istiyor. Oysa hayat başımıza gelen, maruz kaldığımız, aktif olarak risk aldığımız bir serüvendir ve garantisi yoktur.

Ahmed Amiş Efendi'nin "Olan olmuştur, olacak olan da olmuştur" düsturuyla yola çıkmak; iyinin, kötünün, yaşamın ve ölümün hayatın bir parçası olduğunu bilmek, hayatın akışını ve anlamını iyi düşünmek, üzerinde kontrol sahibi olduğumuz ve olamadığımız alanları yeniden kontrol etmek, hastalanmamak için gerekli bilimsel tedbirleri alıp geriye kalan kısmını da yazgıya bırakmak bizleri huzura kavuşturacaktır.

'ŞAİR DİK DURUR, GERÇEK HAKİMİYETİN KİMDE OLDUĞUNU BİLİR'

'Pişman Olan Vurulur' şiirinden bir mısra: Düştüğüm ilk çukur insana alışmak. Şair İbrahim Tenekeci ‘Alışmak kelimesinin bir anlamı da tutuşmaktır’ der. Aldığın o ciddi eğitimin meyvelerini toplamak, ne bileyim kapağı konfor dolu bir yere atmak falan varken niçin şiir yazıyorsun? Yani ‘alıştım’ dediğin yerde nedir seni tutuşturan?

Şiir yazmak insana, dünyada hiçbir gücün parçalayamayacağı kuvvetli bir zırh giydirir ve gerçek şair gözünün gördüğü hiçbir şeyden korkmayarak şehrin meydanında kollarını iki yana açıp: ‘’Ben şairim peki ya siz kimsiniz?’’ sorusunu sorar. Tüccarlara, para babalarına, akademik kürsülerin arkasına saklananlara karşı şair hep dik durur, ezilip büzülmez çünkü gerçek hâkimiyetin kimin elinde olduğunu çok iyi bilir.

Kabadayıdır şair; beş parasız kalsa da, zavallı gibi görünse de, çelimsiz, kuvvetsiz, güçsüz dursa da sözünü esirgemez ve hep dik yürür, dik konuşur. Pazarlık etmez, minnet eylemez, rüzgâra göre dümen kırmaz, kimsenin adamı olmaz, boyunduruk altına girmez. Ayrık otudur şair, dedikodu kazanlarının kaynadığı masalara yaklaştığında ‘işte yine geliyor huysuz’ denilendir. Köyden kovulmaya çalışılandır yani, elbette onuncu köyün yolcusu.

Şiir size büyük bir masa ya da rahat bir koltuk kazandırmaz. Aksine, şairseniz altınızdaki tamir görmüş sandalyeyi bile çekmeye çalışırlar. Etkili tanıdıklarınız olmaz, biraz kafayı kullanırsanız maaşlı bir iş bulup ömrünüzün sonuna kadar faturaları alt alta yazıp toplarsınız. Fakat şairin altındaki o tamir görmüş sandalye yaldızlı tahtlarda oturan, arabalarına tırmanarak çıkan, kibir abidesi tipleri rahatsız eder. Çünkü bilirler ki tüm servetlerini de harcasalar o şairin yazdığı tek bir dizeyi bile yazamayacak, o şair kadar itibar göremeyecek ve dünyaya hakiki anlamda bir eser bırakmadan veda edip gideceklerdir.

İkinci Yeni rüzgârının estiği dönemde yaşamış (1954-1964) kaç tane bürokratın ya da zengin tüccarın adını hatırlıyorsunuz? Ama o dönemde yaşamış şairler kimdi deyince aklımıza hemen; Cemal Süreya, Turgut Uyar, İlhan Berk, Edip Cansever, Ece Ayhan geliyor. Şiir işte böyle tılsımlı bir uğraştır ve sokaklarda patronun ya da padişahın buyruğu değil şairin söyledikleri dolaşır. Yort savul!

İlgili Haberler
Öne Çıkanlar
YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Diğer Haberler
Son Dakika Haberleri
KARAR.COM’DAN