Bir gazilik tartışması

Wittek’in oluşturduğu paradigma bu kadar mı güçlü? Onun çizdiği resmi aynen göremeyince, gördüğümüzü de yok mu sayacağız?

Tarihçiler ve başkaları Herbert A. Gibbons’dan beri Osmanlı devletini kuranların kimliğini tartışırlar. Bu tartışmadaki en önemli dönüm noktalarından birisi, Paul Wittek’in 1937-38’de Osmanlı devletinin kuruluş sürecindeki itici gücün “gazâ” olduğu tezini ortaya atmasıyla yaşanmıştır. Öyle ki tartışmanın Wittek öncesine hiç gitmesek dahi Wittek ve sonrası artık kendi içinde hacimli bir külliyat oluşturuyor.

Halil İnalcık, George Arnakis, Speros Vryonis, Gyula Kaldy-Nagy, Rudi Lindner, Pal Fodor, Ronald Jennings, Colin Heywood, Colin Imber, Şinasi Tekin, Cemal Kafadar, Heath Lowry ve Feridun Emecen, Wittek’in “gâzi tezine” cevaben bir şekilde kalem oynatan tarihçi ve diğer sosyal bilimcilerin arasında yer alıyor. Hemen söylemeliyim ki buradaki isimler arasında Wittek’in gâzi tezini olduğu gibi benimseyen veya onun tahayyül ettiği şekildeki gâzilerin Osmanlı beyliğini kurduğunu ve bu beyliğin onun tasavvur ettiği gazilik ilkeleriyle genişlediğini düşünen kimse yok ama İnalcık, Kafadar ve Emecen’i bu tezin açıklama gücünden bütünüyle mahrum olmadığını düşünenler tarafına koyabiliriz. Kaldy-Nagy, Lindner, Fodor, Jennings, Heywood, Imber, Tekin ve Lowry ise, değişik nedenlerle de olsa gâzi tezinin tarihî gerçekliklerle örtüşmediği fikrindedir.

Wittek’e göre ilk Osmanlılar kan bağlarıyla birbirine bağlı insanlardan oluşan bir kabile değil, din uğruna Hıristiyan komşularıyla savaşmak amacıyla Bithynia / Marmara ucunda bir araya gelmiş Anadolulu Müslümanlardan oluşan bir savaşçılar topluluğuydu. Dolayısıyla yaptıkları savaş (gaza) kutsal bir savaştı. Başka bir deyişle, dini yaymak isteği, onları bir araya getiren temel dürtü olmakla kalmıyor, sistemin, yani Osmanlı Beyliği’nin sürekli olarak genişleyerek bir imparatorluk hâline gelmesini de açıklıyordu. Fazla ilerlemeden, Wittek’in tasavvurunun fazlasıyla formel / kitabî bir düşünce tarzı gerektirdiğini belirteyim. Kendisine iman arz edilen ve fakat reddeden gayrimüslim grupla savaşılmasını ve zaferden sonra ancak ihtida etme veya kılıç seçeneklerini sunan bir modeldir bu.

Wittek modelinin eleştirilmesi hâliyle kaçınılmazdı. Kimlerin ne dediğine tek tek girmeksizin, eleştirilerin, Wittek’in gazi tezinin, Osmanlı tarihî tecrübesiyle uyuşmama noktasında yoğunlaştığını söyleyelim. Bir özet yapacak olursak; kendileri de ortodoksluktan çok uzak olan ilk Osmanlılar din yayma savaşlarına girişmemiş, geniş kitleleri din değiştirmeye zorlamamış veya insanlar dinlerini değiştirmiyorlar gerekçesiyle katliamlar yapmamıştı. Dahası, ilk Osmanlıların savaşlarının çok önemli bir bölümü Hırıstiyanlara karşı değil, Anadolu’nun diğer Müslüman Türk beyliklerine karşı olmuştu. Osmanlı sistemi, üyeliğin din üzerinden tanımlandığı bir sistem değildi. Gayrimüslimler de dinlerini değiştirmeksizin Osmanlıya katılmış, devletin kurucularından olmuş ve Balkan topraklarında yayılması için çalışmışlardı. Savaşlar din yayma amaçlı değil dünyevî gerekçelerle yapılmıştı. Yıldırma ve yağma amaçlı seferlerine başlangıçta sadece “akın”, katılanlara da “akıncı” denirdi. Ancak zaman içerisinde Ahmedî gibi entelektüeller bunları organize eden hanedana siyasî- dinî meşruiyet kazandırmak amacıyla işi “gaza” “din savaşı” vadisine dökmüş ve “akına” “gaza”, “akıncıya” “gazi” demişti. Bu ancak edebî bir gerçeklikti. Bu dinî terminoloji, sahadaki fiilî durumu yansıtmaktan uzak olduğu için, hele ki kuruluş dönemlerinde “gaza- gazi” kavramlarına dinî anlamlar yüklememelidir. Osmanlıda, bir kutsal / dinî savaş teorisi ancak dinî anlamda ortodokslaşmayla birlikte şehirli ulema tarafından çok sonra yapılmıştır…

Sona ermekten uzak olan bu tartışma zaman içinde ilginç konumlar ve tutumlar üretmiş durumdadır. Mesela, gazilik kültürünün anlaşılması ve gaza kavramının zaman ve mekân içinde kazanıp kaybettiği ve yeniden kazandığı anlamların tarihi üzerine önemli tezler geliştiren ve gözlemler yapan Şinasi Tekin, Osmanlı beylerinin gazi unvanını kullanmaları hususunda ise çok şüpheci bir tutum sergilemiştir. Orhan Bey’den “gazilerin sultanı” olarak bahseden 1337 tarihli bir kitabenin sahte olduğunu ve 19.Yüzyılda üretildiğini savunmuştur.

Öte yandan, Wittek’in gazi tezini çok kapsamlı olarak reddeden Heath Lowry hocamız, bugün aslında ait olmadığı Bursa Şehadet Camii’nde bulunan bu kitabenin otantik ve döneminin diğer belgeleriyle uyum içinde olduğunu ikna edici bir şekilde gösteriyor. Fakat o da, Orhan Bey’in kullandığı gazi unvanının retorikten öte bir anlamı olmadığını ve sahadaki herhangi bir gerçekliği yansıtmadığını düşünüyor. İlk Osmanlıları, ganimet ve esir almak amacıyla din farkı gözetmeksizin bir araya gelen yağmacılardan oluşan bir konfederasyon olarak gören, gazilik ve gazaya ilk Osmanlı toplumunun itici bir dinamiği olarak en küçük bir yer vermeyen Lowry’e göre Orhan, kendisine gazi demiştir ama bunun bir önemi yoktur!

İşte burasını çok anladığımı söyleyemem. Öze bakış ile başkalarının o özü nasıl gördüğü, hatta gerçeklik ile o öz arasında ciddî farklar olabilir. Bu da bir tartışmadır ama bir kimliğin oluşturulması açısından öze bakışın önemsiz olduğu söylenemez. Osmanlı beyliğinin ikinci hükümdarı o dönemde olabilecek en önemli kamusal alanların birinde kendine gazi diyor veya gazi olarak kamuya sunuluyor da biz, bugün, kafamızdaki kalıplara pek uyduramadığımız için bu öz nitelemeyi görmezden mi geliyoruz? Wittek’in oluşturduğu paradigma bu kadar mı güçlü? Onun çizdiği resmi aynen göremeyince, gördüğümüzü de yok mu sayacağız?

Gazilik ve gaza Osmanlı dünyasında, tabii ki değişik zamanlarda ve değişik toplum kesimleri nezdinde, ne anlama geliyordu? Muhakkak ki birbirleriyle ilintili bağlamlarda yakın okumalar yapmak durumundayız ama konu muazzam. Yazı değil yazılar yazılsa, hatta ciltler doldurulsa şöyle üstünden ancak bir tabaka kazınmış olur. Bunu tabii ki burada yapamam. O yüzden diyorum ki yukarıda çok kısa değindiğim iki önemli bilim insanının, Tekin ve Lowry’nin görüşlerine, biraz daha yakından bakalım.

Merhum Şinasi Tekin, 1989’da, 14.Yüzyıl başlarında Karesi bölgesinde yazıldığını düşündüğü Risâletü’l-İslâm adlı bir ilmihâl kitabının “Gazilik Tarikası (Gaziliğin Yolları)” adını verdiği bölümünü yayımlamış ve bu vesileyle gazâ ve cihâd kavramlarını tartışmıştı. 1993 yılının başlarında da Tarih ve Toplum’da yayımlanan “Türk Dünyasında Gaza ve Cihad Kavramları Üzerinde Düşünceler” adlı iki bölümlük bir makale ile konuya yeniden eğilmişti. (Bkz, “I: Başlangıçtan Osmanlıların Fetret Devrine Kadar” ve “II: Gazi Teriminin Anadolu ile Akdeniz Bölgesinde İtibarını Yeniden Kazanması”).

Tekin, İslâm dolayısıyla Türk dünyasında gazâ- gazv ve cihâd kavramlarının birbirinden farklı olduğunu ancak ikisi arasında bu farklılığın giderek azaldığı ve 19.Yüzyılda ikisinin eş anlamlı bir hâle geldiği gözlemini yapıyor. Çeşitli sözlüklerde gazâ kelimesinin düşmana kendi ülkesinde kast etmek, düşmanla kendi ülkesinde savaşmak anlamları olduğunu söylüyor. Dolayısıyla gazi de düşmanla savaşmaya giden ve onu kendi ülkesinde yağmalayan anlamına geliyor. Cihâd ise daha geneldir ve İslâm ülkesinin istilaya uğraması durumunda kullanılır. 1157’de Şam’da Farsça olarak yazılan ve şehrin yöneticisine sunulan Bahrü’l-Fevâid adlı anonim ilmihâl kitabına dayanan Tekin, düşman, İslâm ülkesine geldiğinde savaşmanın herkese farz olduğunu (farz-ı ‘ayn) ve “cihâd kerden” (cihat etmek, cehd etmek, mücahede etmek) formülünün kullanıldığını, uzaklardaki düşmana karşı yapılan seferin ise herkese farz olmadığını, bir kısım Müslümanın katılımı ile diğerlerinin yükümlülükten kurtulacağını (farz-ı kifâyet) ve “gazâ kerden” (gaza etmek) formülünün kullanıldığını belirtiyor. Kısaca, gaza bir saldırı savaşıyken, cihâd bir savunma savaşıdır.

Buradan yola çıkan Tekin, iki kavram arasındaki ayrımın kaybolduğuna örnek verirken, Sakarya Savaşı’ndan sonra TBMM’nin Mustafa Kemal Paşa’ya “Gazi” unvanı vermesini zikrediyor ve gazi kelimesinin eski mânâlarının bu duruma hiç uymadığını belirtiyor:

18-04/07/ekran-resmi-2018-04-07-232742.png
AKINCILAR

“Çünkü Sakarya İslâm ülkesinin bir parçasıdır, dolayısiyle düşman bir Müslüman toprağına saldırmış ve onu işgal etmiştir. M. Kemal Paşa ise gayri müslim bir ülkeye saldıran bir komutan değil, saldırıya uğramış, işgal edilmiş bir Müslüman ülkesini kurtarmak için savaşan bir askerdir. Bu takdirde kelimenin eski mânâsı devam etmiş olsaydı, M. Kemal Paşa’nın unvanı Gâzî değil *Mücâhit olması gerekirdi. Demek ki artık gâzî ile mücâhid arasında bir mânâ farkı kalmamış yani ‘saldıran’ ile ‘savunan’ bir tutulmuş, savaşın gâyesi ve sebebi üzerinde durulmamış sadece savaşın kendisi dile getirilmiş. Gâzî yüzyıllar önce Türkçenin temel kelimelerinden biri hâline geldiği için her iki mânâyı yani ‘saldıran’ı da ‘savunan’ı da üstlenerek genelleşmiştir.”

Belki… Hayır, “gazi” kelimesinin zaman içindeki anlam seyahatinden şüphe duymuyorum sadece bu örtüşmenin ne zamandan beri olduğunu bilmiyorum. Mustafa Kemal’den çok önceleri hem fütuhat yapıp dönen sultanlara (ve diğerlerine) hem de kendi ülkesinde savaşan, hatta nihaî olarak savaşı kazanamayıp yenilen pek çok sultana resmen “gazi” denirdi de…

Tekin, Anadolu ortamında “gaza” kelimesinin gündelik dildeki yerleşikliğini vurguluyor ve cihâd kelimesinin ise açıklanmaya gerek duyduğunu söylüyor. Kendi ifadeleri şöyledir:

“[B]ilhassa 15. Yüzyıldan beri Osmanlıların düzenledikleri yüzlerce cep lügatinde gazâ kelimesinin baş kelime olarak bulunmayışı ve bunun sadece cihâd’ı açıklamak için gazâ it- şeklinde kullanılmış olması (cihâd: ‘turuşmak, gazâ it- ’ ) artık gazânın, dilin gündelik kelimelerinden biri hâline geldiğini gösteriyor. Cihâd ise açıklanması gereken bir kelimedir ve ayrıca gazâ it- bulunduğu halde *cihâd it- diye bir birleşik fiil var olmamıştır.”

Tekin, konuya sonra yeniden döndüğünde bu temayı genişletmiş, Gazilik Tarikası’nda cihâd ve ondan türemiş kelimelerden hiçbirinin bulunmadığına dikkat çekmiş ve ayrıca Anadolu’da yapılan 14. Yüzyıl sonlarına ait ilk Kur’an tercümelerinde gazâ kelimesinin bulunduğunu ama cihâdın henüz görülmediğini söylemiştir. Gaza kelimesinin tercih nedeninin Türklerin 11. Yüzyılda Anadolu’ya geldikten sonra hep dârülharp üzerine yürümeleri ve savunma değil, saldırma durumunda bulunmaları olduğunu da söylüyor. Ona göre, Osmanlı aydınları, 16. ve 17. Yüzyıllarda “halkın konuştuğu dilden ve kullandığı kelimelerden mümkün olduğu kadar uzaklaşma modasına uyarak cihâd ve mücâhid kelimelerini tercih etmeye başlamışlar” ama “bunlar hiçbir vakit gazâ ve iştikaklarını dilden atamamıştır.”

Filolog değilim, yüzlerce lügat da karıştırmadım, dolayısıyla ukalalık etmiş gibi olmayayım ama bu iki kavram, gaza ve cihat, arasında, üstelik böyle bir kronolojik kurgu içinde cereyan etmiş bir çekişme olduğundan pek emin değilim. Sanki daha eskiden beri gaza ve cihat kelimelerini ve her ikisinden türeyen kelimeleri beraber kullanıyormuşlar gibime geliyor. Mesela, Abdüllatif ibn Melek / Ferişte’nin 1392’de, torununa Arapça öğretmek amacıyla yazdığı ve Ferişteoğlu Lügati olarak bilinen manzum sözlükte “gazâ itmekdürür Cihâd” ibarelerini görüyoruz. Doğru, “gazâ” değil ama alakalı “gazv” kelimesinin baş kelime olduğu, diğer yönde bir örnek ise, başka bir Ferişte oğlunun, Abdülmecid b. Ferişte’nin 1450 tarihli Lugat-ı Kanûn-ı İlâhî’sinden geliyor: “Gazv: Düşmana kasd itmek ve kâfir depelemek” (Bkz. Cemal Muhtar yayını)

Türklerin, hep “saldırı” durumunda oldukları için “gaza” kelimesini tercih ettikleri görüşü cazip görünüyor ama bu da bana bir tür özcülük gibi görünüyor. Haçlı seferleriyle Anadolu Selçuklu devletinin başkentinin İznik’ten sökülüp Konya’ya kadar geri atıldığını ve başta Doğu Roma olmak üzere Hıristiyan devletlerin, Kilikya Ermenistanı’nın veya Gürcistan’ın zaman zaman sınırlarını genişlettiklerini ve “Türklerin” de savunmada kaldığı durumlar olduğunu gözden ırak tutmayalım derim. Buradan devam edelim.

YORUMLAR (7)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
7 Yorum