Bizans ucunda politika değişikliği

Ertuğrul Gazi, Söğüt yöresini, ister bazı Osmanlı kaynaklarında söylendiği gibi kılıcıyla almış olsun, isterse bazılarının işaret ettiği gibi savaşmaksızın yurt edinmiş olsun, hepsinden yansıyan ortak bir görüntüye sahibiz. Destanî özellikler taşıyan ve diğer bütün kroniklere çok aykırı düşen Enverî’nin Düstûrnâme’si dışında hiçbir kaynağımız Ertuğrul Gazi’nin Söğüt’teki ikameti sırasında Bizanslılarla veya bir başkasıyla savaştığına dair herhangi bir rivayet aktarmıyor. Bu resim, Bizanslılarla olan çatışmaların oğlu Osman Bey döneminde başladığı bilgisiyle uyumludur.

Ertuğrul’un Söğüt yöresine ne zaman geldiğini bilmiyoruz. Osmanlı kronik geleneğindeki “Sultan Alaeddin” referanslarını I. Alaeedin Keykubat olarak değerlendiren tarihçi Neşrî’nin söylediklerini esas alırsak bunun Keykubat’ın ölüm yılı olan 1237’den önce olması gerekir. Nitekim başta Halil İnalcık olmak üzere bazı modern Osmanlı tarihçileri bu görüştedir. Ertuğrul’un ölüm tarihi de kesin olarak bilinmiyor. III. Alaeddin’in saltanat dönemi 1298-1302 yılları arasında olduğuna göre, Neşri’nin, onun için, “Ta Sultan ‘Alâ üd-dîn Keykubad bin Ferâmürz ibn-i Keykâvus zamanına dek kaldı” demesi bize itibar edilmesi güç bir kronoloji sunuyor.

Döneminde ulaşılabilir durumdaki birincil kaynakları eleştirel bir şekilde kullanarak İslâm Ansiklopedisi’nde ayrıntılı ve değerli bir makale yazan merhum Mükrimin Halil Yınanç, Ertuğrul Gazi için bir ölüm tarihi vermekten kaçınmıştı. Sayın Fahamettin Başar ise Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nde Ertuğrul’un ölüm yılını 1280-1281 olarak belirtiyor ve 1288-1289 tarihinin de verildiğini not ediyor. Başar’ın, Karacahisar’ın fethini 1231-32 olarak kabul ettiğini ve bu olaydan sonra Ertuğrul Gazi’nin Söğüt’e hâkim olduğu görüşünde olduğunu da ekleyelim. Âşıkpaşazâde’nin söylediklerini dikkate alırsak, Osman Gazi’nin, İnegöl yakınlarında küçük bir kale olan Kulaca Hisar’ı fethederek, ilk kez 1285-86 yılında bir gaza veya savaş kariyerine başladığını görüyoruz. Dolayısıyla, Ertuğrul için önerilen ölüm tarihlerinden birincisinin daha muhtemel görünüyor.

Ertuğrul Gazi’nin Söğüt yöresine ne zaman hâkim olduğu yolunda ayrıntılı bir tartışmaya girmeyelim ama İznik Laskarî imparatorluğunun gücünün dorukta olduğu 1230’lu yıllarda böyle bir askerî faaliyetin veya fethin mümkün görünmediğini kaydedelim. Dahası, Modern Bizans ve Selçuklu tarihçilerinin araştırmalarından böyle bir sonuç çıkaramıyoruz. Ertuğrul Bey, o erken tarihlerde tabii ki fütuhat değil de başka bir yolla bölgeye girmiş olabilir ama bunu da tarihsel bir bilgi olarak gösteremiyoruz. Yine spekülatif zeminde kalmakla beraber, Ertuğrul Bey ve beraberindekilerin Söğüt yöresine girmelerinin, İznik Laskarî devletinin 1261’de VIII. Mihail Paleologos öncülüğünde İstanbul’u fethi sonrasına rastlamasının daha yüksek bir ihtimal olduğunu ileri sürebiliriz.

Her hâlükârda, en eski Osmanlı kaynaklarının en ciddiye alınabilecek olanlarından edindiğimiz izlenim, Ertuğrul Gazi’nin Söğüt yöresinde uzun bir süre sakin bir hayat sürdüğü, Bizanslı komşularıyla çatışmaktan kaçındığıdır. Bu kaynaklarda Ertuğrul Bey’e atfedilen tek bir savaş olmaması ve onun aldığı söylenen tek bir kalenin bile adının geçmemesi bir tesadüf eseri olmasa gerekir.

Neşrî, Ertuğrul’un bu sakinliğini ve yerel Rumlarla “müdârâ” etmesini Moğolların Anadolu’da kurdukları tahakküme bağlamaktaydı. Ona göre Ertuğrul, bilinçli bir şekilde izini kaybettirmeyi ve kendisini unutturmayı seçmişti: “Çünki Ertuğrul Sögüt’de, ili boyıla mutavattın olup sâlhâ anda kaldı. Devlet-i Âl-i Selçuk ayağa düşmeğin humûl ihtiyar etmişti.” “Humûl” birinin şöhretinin sönmesi, adının kaybolması demek… Yani, halkıyla Söğüt’te vatan tutan Ertuğrul, orada yıllarca kalmış, Moğol tahakkümünden dolayı Selçuklu devletinin otoritesinin iyice erimesi sebebiyle ortadan kaybolmayı tercih etmiş, kendini gizlemiş, bir anlamda Söğüt’e sığınmıştı. Fakat etrafında hep yerel Bizanslı güçler vardı. Bithynia, Anadolu’nun diğer Müslüman- Türk beyliklerinin faaliyet gösterdiği bölgelere benzemiyordu. En yakındaki Germiyanlılar ile Ertuğrul’un arası iyi değildi. Dolayısıyla, orada tutunabilmek için Bizanslılarla “müdârâ” etmekten başka çare yoktu.

Bu kaynaklarda Ertuğrul Bey’in, Germiyanlılarla ciddî bir muharebesine dair bir referans da bulunmuyor. Sadece Âşıkpaşazâde’de, o da, Osman zamanı için, “Germiyanoğlıyle gâh gâh Osman halkı ceng ederler idi” ifadesi var ki bundan büyük veya belli bir çatışma olduğunu değil, arada bir düşmanlık olduğunu anlamak durumundayız. Ayrıca, Bizanslılarla olan herhangi bir savaştan bahsedilmiyor ama bütün o elli yıllık veya tahminim doğruysa bunun yarısı kadar olan, neredeyse yirmi beş yıllık “barış” veya müdârâ döneminde, Ertuğrul ile Bizanslı yerel yöneticiler ve soylular arasında geçen herhangi bir gündelik, dostane hadise de somut olarak aktarılmıyor. Sadece Neşrî, “Ol zamanda Ertuğrul gayet pir olmışdı. Ana ve evlâdına ol yirün kâfiri ve müslimanı ‘izzet iderdi” diyerek genel bir ifade kullanıyor. Acaba kaynakların Ertuğrul hakkındaki bu sessizliğini, onun zamanında gerçekten de kayda değer bir şey olmadığıyla mı açıklamalıyız yoksa büyük bir imparatorluk kuran ve daha sonraki nesillerce hayatının her safhası merak edilen oğlunun gölgesinde kalmasıyla mı?

Aynı kaynaklardan yansıyan Osman ise Bithynia dünyasının her anlamda tam bir parçasıdır. Etrafındakilerle hem dostluk, hem savaş ilişkileri vardı. Kendisinden daha güçlü ve güçsüz yöneticilerin birbirleri aleyhine veya lehine giriştikleri güç oyunlarına katılıyor, merkezî Bizans devletinin giderek silindiği bir feodalleşme dünyasında şekillenmekte olan hiyerarşiler içinde yer alıyor, kendi konumuna razı olmuyor ve bir çıkış arıyordu.

Ertuğrul’un ölümünden sonra onun zamanındaki düzenin kısa bir süre daha devam ettiği anlaşılıyor. Âşıkpaşazâde, henüz bir hanedan kurulmadığını ve Ertuğrul’un yerine Osman’ın geçmesinin garanti olmadığını veya Ertuğrul’un sülalesinden kimin başa geçeceğinin belli olmadığını vurgulamak istermişçesine şöyle diyor:

“Söğütde Osman Gaziyi atasının yerine lâyık gördiler. Hemin ki Osman Gazi atasınun yerine durdı, yakın konşı kâfirleriyile gayet müdârâya başladı. Germiyanoğlıyilen ‘adâvete başladı. Anın içün kim bu geldükleri vilâyetün halkını anlar dâyım incidür idi. Osman Gazi dahı ırak yerlerden av avlamağa başladı. Gâh geceyile ve gâh gündüz varmağile. Kendünün yanına haylı adamlar cem‘ olub derildiler.”

Bırakın Kanunî’yi herhalde I. Murad’ın tahta çıkışı bile böyle birilerinin lâyık görmesine bakmazdı… Neyse, buradan anlaşıldığı üzere Osman bir yandan babasından kalan düzeni sarsmamaya çalışırken diğer yandan da kendisini kuşatan kısıtları ortadan kaldırmanın yollarını aramaktaydı. Bulduğu çözüm mevcut ilişkilerine, en azından kısa vadede halel getirmeksizin başka faaliyetlerle güçlenmeye çalışmaktı. Kısacası, oyunu değiştirecek bir hamle yapmıştı. Osman’ın eğer orijinalinde bir aşireti olmuş olsaydı bile teşebbüslerinde başarılı oldukça birtakım adamların yanına toplanıp onun takipçileri olmaları ise çok önemliydi. Âşıkpaşazâde’nin, bu süreci gayet iyi yakaladığı görülüyor. “Açıldı fırsat-ı İslâm kapusı / O kilide ki miftâh oldı Osman” dizelerinden de anlaşılacağı üzere o, Osman’dan önceki dönemde bir kilitlenmişlik, bir durağanlık görüyordu.

Dolayısıyla onun kroniğinden, kolaylaştırıcı sebeplerin ne olduğu anlaşılmasa bile, bir noktada Osman’ın, Ertuğrul’un ihtiyatlı ve barışçıl politikasından kademeli ama oldukça hızlı bir şekilde vazgeçtiğini görebiliyoruz. Osman’ın bir anda ve hiçbir şey düşünmeksizin savaş yoluyla kendisine Bithynia’da bir beylik yaratmaya girişmesi söz konusu değildi tabii ki ama bir şeyler olmuş, yerel dengeler değişmiş, Osman, giderek müdârâ siyasetinden uzaklaşmaya başlamış, sonunda “arasının iyi olduğu” tekfurlarla da çatışmayı getirecek bir yola çıkmıştı.

Osmanlı kroniklerinden edindiğimiz bu resmin bütünüyle hayâl mahsulü olduğunu düşünmek için bir sebebimiz yok. Nihayetinde, 1261’de tamamen Bizans denetiminde olan Bithynia’nın giderek Osman Bey’in eline geçmesi gibi Bizans kaynaklarından da izlenebilen bir süreçten bahsediyoruz. Pachymeres’in ilgisi, o da savaştan birkaç sene sonra, 1302’deki Bapheus Savaşı’yla çekilmiş olabilir ama o tarihten önce Osman’ın kendisine bir beylik oluşturmak için herhangi bir faaliyetinin olmadığı katiyen varsayılmamalıdır. Bilâkis, onun, o savaşta, o zamana göre büyük bir kuvvet olan 5.000 kişilik orduyu çıkarabilmek için daha önce epey bir askerî faaliyette bulunmuş olması gerekir. İşte, en iyi Âşıkpaşazâde’nin muhafaza ettiği yerel Osmanlı kronik geleneği, Osman’ın askerî kariyerinin Baphaeus Savaşı öncesi hakkında bizlere bir şeyler anlatıyor.

Âşıkpaşazâde, Karacahisar’ı 687/ 1288-89 yılında Osman’a fethettirdikten sonra izlenecek stratejiyi de kardeşi Gündüz’le konuşturur. Osman Gazi, “Sen ne dersin kim biz bu vilâyetleri nice feth edevüz? Ve ne suret ile yüriyevüz kim leşker cem‘ oluna” diye sorar. Bir kez daha vurgulamış olayım; burada, Osman Gazi, kendi elindeki askerin giriştiği fetih siyaseti için yeterli olmayacağını görüp, nasıl bir yöntem izlenirse kendisine insan gücü katılımı olacağını merak etmektedir. Neşrî’de ise, aynı soru, onun Osman’ın bir noktada huruç ettiği vurgusuyla uyumlu olarak, “Ne tedbir idelüm, ne veçhile küffar’a huruç eyliyelüm” şeklindedir.

Her iki kaynakta da Gündüz Bey, Karacahisar’ın çevresindeki kırsal bölgenin tahrip edilmesini önerir. Osman Bey’in cevabını Âşıkpaşazâde’den alıntılıyorum: “Bu reyün fesadı vardur. Anın için kim bu nevâhilerümizi yıkub yakıcak bu şehrümüz kim Karaca Hisardur, ma‘mur olmaz. Olası budur kim konşılarımuz ile müdârâ dostlukların edevüz.” Bu komşuların başında da Bilecik tekfuru geliyormuş. Osman’ın savaş / gaza yoluna çıktıktan sonra da herhâlde dostlara ihtiyacı vardı ve de birileriyle iyi geçinmek durumundaydı. Neşrî’nin anlatımı da benzerdir: “Şimdi ilini urıcak, şehir harâb olub, şehrün şenliği iliyle olur (…) Belki savâb oldur ki, çevre konşularımuzla müdârâ idevüz. Nitekim Bilecük tekvuriyle iderüz.”

Bu kadar sözünü ettikten sonra “müdârâ” derken ne anlıyorlardı, değinmesek olmaz. Redhouse, “A dissembling anger or disapproval from policy; dissimulation. To dissemble through policy” anlamlarını veriyor ki “Kızgınlık veya hoşnutsuzluğu siyaset gereği saklayış, gizleme / mürailik. Siyaseten saklama” şeklinde çevirebiliriz sanırım. 16. Yüzyıl sözlüklerinden Ahterî ise, “Rıfk itmek ve hüsn-i hulk ve yumşaklık” diyerek başka bir boyutu vurguluyor. 17. Yüzyılın büyük dilcisi Meninski’nin verdiği anlamlar ise her zamanki gibi çok zengindir. Önce Osmanlıca eşanlamlısı olarak tevazu’ diyor ve Latince, “Humilitas, humanitas, civilitas, mollis ac blanda tractatio (…) dissimulatio” diye devam ediyor. Alçakgönüllü, nazik, kibar, yumuşak ve mülayim davranış, gizleme… Osmanlıca verdiği örnek de çok tanıdık; “Ol vilâyetün kâfiri ile müdârâ ile zindegânî eyler idi”.

Kelimenin dinî – ahlâkî anlamları da var. Bunun için muhterem Mustafa Çağrıcı hocamızın Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’ndeki “müdârâ” ve “müdâhene” maddeleri aydınlatıcı olacaktır. Çağrıcı, “Sözlükte ‘kandırmak, aldatmak’ anlamındaki dery kökünden türeyen müdârâ kelimesi ‘hoşgörülü olma, insanlarla iyi geçinme’ mânasına gelir. Terim olarak taşkın hareketleriyle huzursuzluğa yol açmasından endişe edilen veya aşırı alıngan olan kişilere karşı nazik davranılarak kötülüğünü önlemeyi yahut gönlünü almayı amaçlayan davranışları ifade eder” diyor.

Müdârâ konusunda daha söylenecekler var ama bir ara toplam alırsak, Osman ve babasının Bithynia dünyasında alçakgönüllülük ve yumuşak başlılık göstererek, alttan alarak, gerçek düşüncelerini gizleyerek tutunabildikleri ve komşuları olan yerel Bizans tekfurlarıyla öyle geçindikleri gibi bir resim çıkıyor kaynaklarımızdan. Bu siyasî duruşun Osman Bey zamanında değişmesi yeni bir dünyanın habercisiydi. Âşıkpaşazâde ise, belki de kendi zamanındaki Osmanlı devletinin azametinden dolayı o müdârâ dönemine basit bir aldatmadan ve düşmana yapılan bir hileden ibaretmiş gibi bakabiliyordu. “Müdârâ dostluk” derken ne anladığını şu dizelerinden kolayca görebiliyoruz:

“Hile et düşmana tâ kim vere el / Ki fırsat bulasın zinhar başın al

Yedür ni‘met, içür şekker şarâbın/ Kolay ola bulasın ona mecâl”.

YORUMLAR (8)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
8 Yorum