Görüşler

Çeyrek asırlık kehanet: Türkiye’nin ulusal güvenlik siyaseti ve iki buçuk savaş

Çeyrek asırlık kehanet:  Türkiye’nin ulusal güvenlik siyaseti ve iki buçuk savaş

Suriye’den Libya’ya, Akdeniz’den Avrupa’ya kadar pek çok başlıkta gerilimlerin yaşandığı dış politika ve Ulusal Güvenlik Siyaseti denkleminin tarihsel perspektifine Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi’nden Ceyhun Çiçekçi, ışık tutuyor.

Türk Dış Politikası (TDP) çalışanların ve 1990’lı yılların siyasal gündemine vakıf olanların kolaylıkla hatırlayabileceği bir kavram: İki Buçuk Savaş. Günümüzde yaşananlar bu kavramın, bir kehanet gibi, yaklaşık çeyrek asır sonra gerçekleştiğine delalet ediyor. Öncelikle kavramdan ve bu kavramı doğuran siyasal atmosferden bahsedelim.

SOĞUK SAVAŞ'TA ULUSAL GÜVENLİK

Sovyetler Birliği’nin (SSCB) dağılmasıyla birlikte Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve uluslararası sistemin tek kutuplu bir yapıya doğru evrilmesi, TDP’nin konumlanmalarını yeniden tartışmaya açtı. Soğuk Savaş süresince oldukça konforlu bir politik atmosferi içselleştiren karar alıcılar, ABD’nin ve dolayısıyla NATO’nun gündemini takip ederek TDP’yi de optimum pozisyonlara konumlandırabiliyorlardı. Ulusal güvenliğin dahi Batılı güç merkezleri tarafından tanımlandığı Soğuk Savaş evresinde TDP, Kıbrıs Barış Harekâtı gibi görece kısa süreli özgürleşmeler yaşadıysa da genel işleyiş, NATO ve diğer Batılı kurumlarca değerlendirmesi yapılmış güvenlik pratiklerini hayata geçirmekle sınırlıydı. SSCB’nin güneyden çevrelenmesi, Ortadoğu’ya iniş güzergâhının bu minvalde tıpalanması, istihbari dinleme imkânlarına sahip coğrafyası vb. gerekçelerle NATO’nun güneydoğu kanadını temsil ediyordu. Türkiye ‘düşerse’, NATO’nun güneydoğu kanadı ‘düşerdi’. Hatta Yunanistan’la yaşanan süreğen gerilim, bu ihtimalin içsel dinamikler yoluyla gerçekleşme olasılığını hep diri tuttu. Soğuk Savaş döneminde TDP’nin temel misyonu, komünizmin yayılmasını engellemekti. 1950’li yıllarda SSCB’nin Avrupa sahillerinden itibaren çevrelenmesini hedefleyen NATO’ya girerek bu misyona katkıda bulundu. Ayrıca ulusal düzeyde komünizmle mücadele dernekleri üzerinden bir sivil direniş de tertiplenmişti. İtalya’daki ismiyle Gladio yapılanmasının bir benzeri, paramiliter unsurlar vasıtasıyla olası bir komünist işgalini engellemek amacıyla teşkil edilmişti. Kısacası Türkiye, komünizmle mücadele ettiği ve SSCB’yi çevrelemeye yarayan enstrumental yapısını muhafaza ettiği sürece kıymetli bir ortaktı.

SOĞUK SAVAŞ SONRASI ULUSAL GÜVENLİK

Soğuk Savaş dönemi boyunca ulusal güvenlik ajandasını Batılı müttefiklerinin telkinleri doğrultusunda kurgulayan Türkiye, 1990’lı yıllar itibariyle farklı bir sürece girdi. Bu süreci konuşmaksızın TDP’nin ulusal güvenlik krizlerini anlayamayız. Öncelikle kısaca kavramı açıklayalım. İki Buçuk Savaş, Yunanistan-Suriye-PKK üçlüsünden aynı anda gelebilecek tehdidi açıklayabilmek için kullanılmıştı. Emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ’ın telaffuz ettiği kavram, 1990’lı yılların ilk yarısında belirginleşen tehditleri toplu bir fotoğrafın içerisinde konumlandırıyordu. Böylece Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrası dönemde aynı anda iki devletle ve bir terör örgütüyle savaşabilecek donanımda olması gerektiğini vurgulamaktaydı.
1990’lı yıllarda TDP, aslında Soğuk Savaş döneminden pek de farklı olmayan bir içerikle, ulusal güvenlik eksenli bir gündeme sahipti. Fakat bu yeni dönemdeki en belirgin fark, artık SSCB ismiyle ‘devasa bir tehdidin’ olmayışı ve dolayısıyla NATO bağıtının işlerliğinin sorgulanmasıydı. 1952’de algıladığı ivedi tehditleri dengeleyebilmek adına NATO’ya üye olan Türkiye, bizatihi komünizmin menbaı olarak görülen ve liberal demokratik üst yapının - kapitalist altyapının tezadı olarak konumlanan SSCB’nin sınırlandırılması amacıyla oluşturulmuş Batılı kurumsal yapıların artık işlevini kaybettiğini düşünmekteydi. Böyle olunca salt kuzeyden gelebilecek tehditlere endekslenmiş bir ittifak mimarisine dahli, elbette ki Türkiye’nin yeni dönemde algıladığı bölgesel tehditlere cevap üretebilecek bir pozisyonda değildi. Yunanistan’la uzun yıllara dayanan bir rekabet ilişkisi söz konusuydu. Bir istisna olarak, 1930’lu yıllarda daha ziyade İtalyan revizyonizmi sebebiyle olgunlaşan atmosferde anılan ve fakat gerçekleşmeyen ‘Türk-Helen konfederasyonu’, yine bir tehdit dengelemesine imkân sunabilirdi. Hatta bu dönemin gazeteleri, Türklerin Helen köklerine ithafen yayınlar bile yapıyorlardı. Lakin özellikle 1950’li yıllar itibariyle patlak veren Kıbrıs Sorunu, zaten Ege Denizi’nde tartışmalı olan ve herhangi bir anlaşmayla sonuca bağlanmamış sorunların da katkısıyla, Türk-Yunan rekabetini köpürttü. 1990’lı yıllarda da bu rekabet, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve NATO’nun temel misyonunu kaybetmesiyle birlikte iyice belirginleşti. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’yle ve Suriye’yle akdettiği savunma anlaşmaları ve ayrıca PKK’ya verdiği destek, Yunanistan’ı Türkiye’nin algıladığı birincil tehdit kümesine dâhil etti. NATO bağıtı vesilesiyle ‘müttefik’ olan iki devlet, artık NATO’nun işlerliğinin sorgulandığı bir atmosferde oldukça hasmane bir ilişki içerisindeydiler. İki devletin de Amerikan hegemonyasının dayattığı hiyerarşik istikrarı tahribata uğratmayı göze aldıkları tek başlık, Kıbrıs’la ilgiliydi.

Türkiye’nin güney komşusu olan Suriye ile de ilişkileri oldukça kötüydü. Hafız Esad’ın liderliğinde Baas partisinin yönetimindeki devlet, PKK’ya eğitim olanakları sağlıyor, örgüt liderini başkentinde misafir ediyordu. Fırat ve Dicle sularının paylaşımı da iki devleti karşı karşıya getirmekteydi. Hatay’ın anavatana katılması (1939), Suriye rejimi tarafından gayrimeşru olarak kabul ediliyor ve Hatay, Suriye haritaları kapsamında resmediliyordu. Ayrıca Irak’taki ikiz Baas rejimiyle birlikte düşünüldüğünde Türkiye, güney sınırlarından ikili bir tehdit algılamaktaydı. SSCB’nin dağılması ve NATO’nun ‘misyonsuz’ kalması, SSCB’yle bir dönem patron-müşteri ilişkisi içerisinde olan Suriye rejimini hırçınlaştırmış ve Türkiye’ye yönelik hasmane politikalara zemin oluşturmuştur. PKK ise 1980’li yıllar itibariyle Türkiye’nin doğu illerinde silahlı terör eylemleriyle ismini duyurmuştu. Türkiye’de ve bölgede yaşayan Kürtlere bağımsız bir devlet vaadiyle ortaya çıkan PKK, aslında eklektik yapısıyla da tartışmaya açık bir konumdaydı. Kürt milliyetçiliği nin sosyalizan bir sosla servis edilmesi, hem ‘self-determinasyon’ hakkını ileri sürebilmek hem de SSCB güdümlü bölge devletlerinin desteklerini sağlaması açısından işlevseldi. Bu açıdan da hem Suriye hem de Irak, yönetimlerinde bulunan ‘milliyetçi-sosyalist’ Baas partileri aracılığıyla, PKK’ya destek verdiler ve Türkiye’nin ulusal güvenliğini tehdit eder hale geldiler.

İKİ BUÇUK SAVAŞ REVİSİTED

Bugün itibariyle İki Buçuk Savaş kehanetinin gerçekleşiyor olduğunu kabul edebiliriz. Uzun yıllar boyunca zaten PKK terör örgütüyle mücadele eden Türkiye, bir süredir Suriye ve Yunanistan’la da çeşitli düzeylerde sorunlar yaşamaktadır. Şimdi kısaca bunları ele alalım. Yunanistan’la yaşanan sorunlar, aslında neredeyse yarım asırlık dondurulmuş sorunlar kapsamında düşünülebilir. Çünkü hemen her bir başlığın tarihi bir kökü bulunmaktadır. Görece yeni görünen Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanları mücadelesi de aslında Kıbrıs Sorunu’nu yakından ilgilendiren bir başlıktır. Yunanistan’ın kabul ettiği deniz yetki alanlarına bakıldığında, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne atfedilen deniz yetki alanlarıyla irtibat kurulmaya çalışıldığı anlaşılabilir. Bu çabanın esaslı sebebi ise Doğu Akdeniz’de keşfedilen hidrokarban yataklarına Doğu-Batı aksında kesintisiz bir güzergâh sağlama arzusudur. Bugün Yunanistan, 15 Temmuz askeri darbe girişimine katılan darbecilere ev sahipliği yapmaktadır. Ege sorunları kapsamında tacizkar tutumunu devam ettirmektedir. Kıbrıs Sorunu özelinde, maksimalist talepleri gündemde tutmaktadır. Son olarak da İdlib kaynaklı düzensiz göçmen krizi sebebiyle, Avrupa Birliği’nin güneydoğu kapısı olarak, kitleleri engelleme çabası içerisindedir. Bu çaba, askeri bir takım hamleleri doğurması sebebiyle, Türkiye’nin de Meriç nehrinin kıyılarına özel harekât birlikleri sevk etmesine sebep olmuştur. Düzensiz göçmenlere uygulanan şiddeti önlemek üzere bölgeye gönderildiği açıklanan Türk birlikleri, kuvvetle muhtemel Yunan birlikleriyle karşı karşıya gelebilir. Nihayetinde düzensiz göçmenlere şiddet uygulayarak geri dönmelerini sağlamaya çalışanlar, Yunan güvenlik birimlerinde görevli üniformalılardır. Bugün burada atılacak bir kıvılcım, kuşkusuz Ege ve Doğu Akdeniz’de de yansımaları olacak sonuçlar doğurabilir. Ayrıca Avrupa Birliği de olası bir tırmanmayı engelleyebilecek askeri donanımdan yoksundur. NATO’nun ise böylesi bir gelişme halinde ‘tarafları mutedil davranmaya’ davet etmekten başka bir seçeneği yoktur.Günümüzde Suriye ile yaşanan sorunlar ise açık bir savaşa dönüşmüştür. Özellikle Suriye’nin kuzeyinde oluşturulmaya çalışılan güvenli bölgeler, Türkiye’nin ulusal güvenliğini yakından ilgilendirmektedir. Hatay’a sınırdaş olan bir coğrafyada etkinlik kurma arayışı, elbette ki sınır güvenliğinin optimize edilme çabasının bir ürünüdür. Kaldı ki İdlib’te gerçekleştirilen başarılı operasyona rağmen, Hatay’ın 1939 yılında anavatana katılma süreci çeşitli mahfillerce gündeme getirilmekte ve Türkiye’nin sinir uçları kaşınmaktadır. Ayrıca Suriye rejiminin süpürme harekâtıyla kitleleri kuzey sınırlarına doğru ittirmesi, Türkiye’nin toplumsal ve ekonomik güvenliğini derinden etkileyebilecek düzensiz göçlerin devamına sebep olabilir.
Lakin nihayetinde Bahar Kalkanı olarak isimlendirilen askeri harekât, bugün Suriye’deki rejim güçlerine karşı yapılan bir operasyondur. Kısacası Suriye ordusu, her ne kadar Rusya desteğiyle ayakta durabiliyor olsa da, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin birincil hedefi haline gelmiştir. Bir diğer deyişle, İki Buçuk Savaş’ın Suriye ayağını yaşamaktayız. Bu durum, elbette ki Arap Baharı’nın görece orta vadeli bir sonucudur. 2000’li yıllarda iyileşme sağlanan ve iki devletin kısmen entegre olduğu bir süreci yaşayan Türkiye-Suriye ilişkileri, günümüzde bir savaşın tarafları olmaları hasebiyle, hasmane bir havada yürütülmektedir. Bahar Kalkanı operasyonu süresince yaşanan insani kayıplar, Esad yönetimde kalsın veya kalmasın, iki ülkenin tarihine yazılacak ve iki toplumun arasında aşılması zor bir engel olarak kalacaktır.

PKK ile mücadele de farklı bir boyut sergilememektedir. Özellikle 2015 yılının yaz aylarında tekrardan patlak veren çatışmalar, günümüze değin farklı seviyelerde devam edebilmiştir. Bir süredir Suriye’nin kuzeydoğusunda önemli bir toprak parçasını kontrolü altında tutan PKK uzantısı PYD’nin Amerikan şemsiyesini kullanması, Türkiye’nin bu bölgeye müdahalesinde ölçülü ve sınırlı bir tutum takınmasını zorlamaktadır. Lakin oluşturulan güvenli bölge, Türk ulusal güvenliğine yapacağı katkılar açısından ilerleyen yıllarda test edilecektir. Bugün şüphe yok ki PYD’nin sahip olduğu silahlar ve kontrol ettiği topraklar, Suriye’nin toprak bütünlüğü sağlansa dahi ciddi bir güvenlik problemidir. Günümüzde Amerikan etkisinin sürekliliğine yaslanan bir pozisyonda duran PYD-PKK statüsü, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı harekâtlarında da yaşandığı gibi, iş tutacağı partnerlerini vereceği tavizlerle değiştirebilir. Esad rejimiyle yakınlaşan bir PYD de Türkiye için bir tehdittir. Bu aşamada söylenebilir ki iki ayrı operasyonla kısmi bir kazanım elde etmiş olsak da Suriye’nin kuzeydoğusunda uzun erimli bir savaş potansiyeliyle karşı karşıyayız.

Türkiye, İki Buçuk Savaş ihtimalini 1990’lı yılların konjonktüründe İsrail’le askeri bir ittifak tesis ederek aşmıştı. Bu askeri ittifakın dengeleyici ve caydırıcı etkisi nedeniyle, Suriye ile Adana Mutabakatı’nı (1998) imzalamış, PKK lideri Abdullah Öcalan’ı Güney Kıbrıs Rum Yönetimi pasaportuyla Kenya’da yakalamış (1999) ve nihayetinde Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in de yoğun katkılarıyla Yunanistan’la Gölcük Depremi sonrası yakınlaşma sağlamıştı (1999). Bu bağlamda belirtilmelidir ki yine İki Buçuk Savaş’ı konuşuyorsak bunun başlıca sebebi, 1996’da sağlanan dengeleyici ve caydırıcı nitelikli bir askeri ittifaka sahip olmayışımızdır. Bugün böylesi bir ittifakın İsrail’le yeniden gerçekleştirilmesi zor görünüyorsa da alternatif bir oluşum da yakın ihtimaller dâhilinde görünmemektedir.


YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir