Dünyaya nasıl bakmalı?

Dünyaya bakmanın tek bir yöntemi yok. Kim olduğunuz, aldığınız eğitim, önemsediğiniz sorunlar ve daha pek çok değişken bakış açınızı belirliyor. Bazı ülkeleri ya da grupları dost, bazılarını hasım olarak görebiliyorsunuz. İktisatçıysanız farklı, jeologsanız farklı bir dünyadan söz ediyorsunuz. Benim gibi siyaset bilimi eğitimi almışların çoğunun aklına ise dünya dendiğinde egemen devletler, uluslararası örgütler, liderler ve çıkarlar geliyor.

Bizler dünyayı genelde anarşinin hüküm sürdüğü, devletler üstü bir otoritenin var olmadığı, barış ve istikrarın güç dengelerinin idamesine bağlı olduğu bir yer olarak görüyoruz. Bizim dünyamızda sürekli bir rekabet söz konusu. Devletler çıkar ve beklentilerini korumak için birbirlerine karşı ya güç kullanıyor ve güç kullanma tehdidinde bulunuyor ya da vaat ediyor, söz veriyor. Aidiyet de önemli, bazı devletleri dost bazılarını hasım olarak görüyoruz ama çıkarları daha fazla önemsiyoruz.

Bu yüzden de “ahlak” kişisel tercihlerimiz açısından ne kadar önde ve vazgeçilmez olursa olsun, dünyada olabileceklere, devletlerin birbirlerine yapabileceklerine bu açıdan bakamıyoruz, daha doğrusu bakmamamız gerektiğini biliyoruz. Devletlerin ahlak dışı davranışları bizi üzse bile şaşırtmıyor. Çünkü tarihe baktığımızda “ahlaksızlığın”, daha doğrusu norm dışı davranışın sayısız örneğini bulabiliyoruz. Varlıklarını veri kabul edip, çıkarlarımıza aykırı olanları değiştirmek için “pazarlık” öneriyoruz.

Hedefimiz bazen caydırıcılık, yani istemediğimiz bir şeyin bize, kendi ülkemize yapılmasını önlemek veya zorlama, yani karşımızdakinin bizim istediğimiz bir şeyi yapmasını sağlamak oluyor. İkna kabiliyetimizin, yani cazibemizin artması da bizlere önemli geliyor. Ne de olsa cazibemiz sayesinde pazarlık etmemize, çıkar ve beklentilerimizi korumak için güç tehdidinde bulunmamıza gerek kalmıyor.

Cazibemiz bazen demokrasimizden ve insan haklarına saygımızdan, bazen diplomasimizden, bazen de ekonomik imkanlarımızdan kaynaklanabiliyor. Ya da bundan 5-10 yıl önce olduğu gibi yarattığımız model dünyaya, dünyanın önde gelen ülkelerine dünya siyasetinin içinde bulunduğu şartlar nedeniyle cazip gelebiliyor. Zaman zaman da coğrafyamızı ikna kabiliyetimizin aracı olarak görüp, karar verme konumunda olanlara hatırlatmak ihtiyacı hissedebiliyoruz.

Sanıyorum bu tür eğitim almışlar devletlerinin gücünü çoğunlukla askeri potansiyelin, ekonomik imkanların, dostluk-düşmanlık aksları içinde kendilerine buldukları yerin, eğitim kalitesi ve teknolojik üstünlük çarpanlarının bileşkesi olarak görüyorlar. Güçlü ve aslında etkili olabilmek için demokrasiye, insan haklarına kendi içkin değerleri ötesinde atıfta bulunuyorlar. Meşruiyet üretme süreçlerini önemsiyorlar.

Siyasetçilerin, liderlerin başarısını maksimalist taahhütlerini gerçekleştirip gerçekleştirmemeleri yerine çıkar maksimizasyonuna ne kadar yaklaştıklarıyla ölçüyorlar. Dünyaya “realist” denebilecek açıdan bakanların dikkat ettikleri yer eldeki imkanlarla talepler arasındaki orantı oluyor. Rasyonalite denen kavram dillerinden düşmüyor. İstedikleri sonuca sebeplerden yola çıkarak ulaşmaya çalışıyorlar. Anarşi dendiğinde akan sular duruyor.

Disipline haksızlık etmemek için herkesin realist olmadığını, dünya barışının ve istikrarının ticaretle, demokratikleşmeyle, uluslararası normlar ve kuruluşlarca daha iyi korunacağını söyleyenlerin olduğunu da belirtmekte yarar var. Liberal etiketi altında sınıflanan bu insanların dışında çatışmanın, gerilimin dünya sistemindeki adaletsizlikten kaynaklandığını, dünya kapitalist sistemi çökmeden hiçbir şeyin değişmeyeceğini söyleyenlerin olduğunu da not etmek gerek.

Anarşi diye bir şeyin olmadığını, anarşiyi bizlerin söylemleri ve inançlarıyla var ettiğini yüzümüze vuranların sayısı da hiç az sayılmaz. Realizmi bir söylem, anlatı olarak görenler de var. Feministler ise dünya siyasetinin içine sinmiş erkek egemen değerleri fark ve idrak etmemiz için ellerinden geleni yapıyor. Post-modernistler arkeolog titizliğiyle doğru olduğunu varsaydığımız önermelerin geçmişini araştırıyor, bizi anlatılarımızla baş başa bırakıyor, yüzleşmeye zorluyor.

Ayrıca dünya da yavaş yavaş değişiyor. Unutmayalım ki, son birkaç yüzyıl içinde savaşların daha insani şartlarda yapılması için pek çok norm yaratıldı, örgüt kuruldu. Lahey’de, Cenevre’de sözleşmeler imzalandı. Savaş suçlularını yargılayacak mahkemeler çalışmaya başladı. Sınırlı da olsa silahsızlanma mümkün hale geldi. İnsan haklarının, demokrasinin tartışmasızlığı kabul gördü. Entegrasyon çabaları hız kazandı. Siyaset sahnesindeki kadınların sayısı arttı. Pek çok konuda geçmiş yıllara göre daha duyarlıyız.

Ancak ne yazık ki hala gücü gücü yetene anlayışının hakim olduğu, kıskanç ve bencil devletlerin güçlerini sürekli maksimize etmeye çalıştıkları bir dünyada yaşıyoruz. Güvenlik, menfaat, beklenti söz konusu olduğunda durumumuz binlerce yıl önceki Mezopotamya’dan, Çin’den, Yunan şehir devletlerinin durumundan farklı değil. Kopenhag Okulu’ndan yetişmiş uzmanlar her şeyi güvenlikleştirmeyelim uyarısı yaparken devletler, özellikle de gücü-kuvveti yerinde olanlar her şeyi güvenlikleştiriyor. Bizim gibi insanlar da Pazar yazısı niyetine bunları yazıyor…

YORUMLAR (2)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
2 Yorum