‘Dünya Farabî yılı’

Birleşmiş Milletler, büyük bir ilim adamı ve kudretli bir filozof olan Farabî’nin doğumunun 1150. yıldönümü dolayısıyla 2020 yılını ‘Dünya Farabî Yılı’ olarak ilan etmiş.

Bu haber bana ister istemez İbn Sina’nın ölümünün 900. yılı dolayısıyla 1937 yılında yapılan törenlere dair okuduklarımı hatırlattı. O yıl ve daha sonrasında İbn Sina üzerine bir hekim ve tıp tarihçisi olarak en çok yazıp çizen rahmetli A. Süheyl Ünver olmuştu. Bu sebeple, hekim dostlarından Prof. Dr. Tevfik Remzi Kazancıgil, ona öteki dünyadan gönderilmiş gibi, İbn Sina ağzından bir mektup yazdı. 1956 yılında Tıp Yolunda Yılbaşı isimli yıllıkta yayımlanan -yıllar önce başka bir yazımda da söz ettiğim- bu mektup çok hoştur.

* * *

İbn Sina, mektubuna, yaşadığı devirde şehirden şehire koştuğunu, bazan saraylarda ağırlandığını, bazan hapishanelerde çile doldurduğunu, bazan da kimliğini gizleyerek hayatını sürdürmek zorunda kaldığını, bu yüzden kendisine düşen görevleri tamamlayamadan dünyadan ayrıldığını anlatıyordu. Dokuz yüz yıllık bir unutulmuşluktan sonra hatırlanıp sevgiyle ve hayırla yâd edilmiş olmaktan memnundu, fakat Türkiye’de Türk, İran’da Fars, Arap ülkelerinde Arap ilan edilmiş olmaktan, yani eserleri ve fikirlerinden çok etnik kimliğinin öne çıkarılmak istenmesinden duyduğu rahatsızlığı ifade etmekten de geri durmamış, Süheyl Ünver’i ve onun şahsında Türk ilim âlemini şöyle iğnelemişti:

“Bundan on dokuz sene evvel İstanbul’da 900. senem için merasim yapıldı. Güzel, büyük kitaplar bastırdınız, hele sizin o candan yazılarınız ne samimidir. Derken son senelerde arka arkaya Bağdat’ta Arap âlemi, Tahran’da İranlılar ölüm senemi törenlediler. Ben Türk, Arap ve İranlı olarak ilân edildim. Siz bana o kadar bağlısınız ki, fırsatı kaçırmadınız; yanınıza başka profesör arkadaşlar aldınız, Araplarla Araplığımı, İranlılarla Farslığımı kutladınız (…) Gerçi ben intikal ettikten sonra unutulmuş değilim. Kitaplarım Garp ve Hıristiyan âleminde asırlarca okundu, ama böyle merasimli, hatıralı kutlamaları ancak sizler yaptınız. Doğrusu bir millete mensup ilân edilmek bizim yaşadığımız devirde âdet değildi. Biz din ve mezhep ile anılırdık. Öyle ki kendim imla ederek yazdırdığım hâl tercümemde, ailemin ırkını değil, dinini söyledim.”

En fazla yüz elli senelik bir düşünüşün, yani milliyetçiliğin ve ulus-devlet anlayışının bin sene öncesine teşmil edilemeyeceğini, bunun bir çeşit anakronizm olduğunu Kazancıgil vasıtasıyla söyleyen İbn Sina, “Acaba,” diye soruyordu, “bundan sonra başka bir millete de izafe edilecek miyim?” Aslında kendisi seyahatlerden, ilticalardan, ölüm tehdit ve korkularından tasarruf edebildiği zamanlarda ezel-ebed, zaman-mekân, cevher-âraz gibi konularda düşünüp yazmış; bir hekim ve hakîm (filozof) olarak sezebildiği hakikatleri belli bir kavme değil, bütün insanlığa göstermeye çalışmıştı.

İbn Sina, bunları yazdıktan sonra, imalı bir dille, felsefî sistemi hakkında Batı’da yapılmış ciddi çalışmaları hatırlatarak son yirmi beş yılda kendisi hakkında cilt cilt kitaplar yayımlayan Goichon ve Gardet’ye hayranlığını ifade ediyor ve özellikle eserlerinde kullandığı felsefî terimler üzerine Goichon’un yazdıklarına dikkatimizi çekiyordu. Bunlardan biri, Aristo ve kendisi tarafından kullanılan felsefî terimlerin mukayeseli lügatidir. Böylece satır aralarında asıl milliyetçiliğin kendisini bir milliyete izafe ederek değil, ilimle, mesela yabancı felsefe terimlerine doğru Türkçe karşılıklar bulunarak yapılabileceğini söylemeye çalışıyordu.

* * *

Bu arada, tıp hakkındaki Kanun adlı eserini beş senelik çalışmayla ve şaşılacak bir sadakatle tercüme eden bir Osmanlı tabibini, Tokatlı Mustafa Efendi’yi çok takdir ettiğini sözlerine ekleyen İbn Sina, kendisi hakkında İstanbul kütüphanelerine müracaat edilmeden ilmî tedkik yapılamayacağını, buna rağmen en önemli çalışmaların Cumhuriyet Türkiye’sinde değil, Avrupa’da yapıldığını hatırlatmıştı.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında “ulus devlet” inşa edilirken neredeyse Türk ilan edilmedik kişi ve kavim kalmamıştı. Bu gayretin Yunan mitolojisine ve eski Mısır dinine kadar uzandığını söylemekle iktifa ediyorum. İranlıların Fars, Arapların Arap, bizimkilerin Türk olduğunu iddia ettikleri İbn Sina’nın milliyetini bilmiyoruz. Esasen, Kazancılgil’in ağzından İbn Sina’nın dediği gibi, onlar için böyle meseleler yoktu. Ancak Farabî’ye gönül rahatlığıyla Türk diyebiliriz. Çünkü tam ismi Ebû Nasr Muhammed b. Muhammed b. Tarhan b. Uzluk el-Farabî et-Türkî’dir ve hayatının sonuna kadar Türk kıyafetiyle gezmiştir.

Ortaçağ Avrupa’sında Alfarabius diye anılan, kaynakların kısa boylu, köse sakallı, zayıf bünyeli, şöhretten, gösterişten kaçınan ve maddi servete değer vermeyen bir adam olarak anlattığı Farabî hiç evlenmemiş, hayatını ilim ve felsefeye adamış, İbn Sina, İbn Rüşd, İbnü’l-Heysem, Harizmî ve daha birçok Müslüman âlim gibi dünya ilim ve tefekkür tarihine mal olmuştu.

Üniversitelerimiz bakalım Dünya Farabî Yılı’nda neler yapacak?

YORUMLAR (3)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
3 Yorum