Dünyayı 'hüsn-ü aşk' kurtaracak

Dünyayı 'hüsn-ü aşk' kurtaracak

'Gözyaşları ve Zeytin Ağaçları' kitabında kelimelerin kalbine yolculuk eden şair Ercan Yılmaz "Kelimelerin kanadığı yerden çıkar şiir. Bir şiirimde ‘Ben Nil'im kendini bana bırak git’ demiştim. Nil bir imgeyse o imgenin imgesi de Nil'e bir ceviz sandık içre bırakılmış içimdeki ben. Zeytin ağaçlarının altında oturup ağlamak, işte bütün eylediğim bu… Dünyayı muhabbet kurtaracak" ifadelerini kullanmıştı..

ZEYNEP DELAV | İSTANBUL

Klasik dönemden günümüze adeta tayyi mekan yapmış gibidir şair Ercan Yılmaz. Ne türde cümle kurmuş olursa olsun, kelimeleri her zaman şiirden aparılmış, saf şiire dönüşmeye meyyal hâldedir. Kendisiyle şiirlerini, 'Gözyaşları ve Zeytin Ağaçları' deneme kitabını ve talebeleriyle kurduğu ilişkiyi KARAR okurları için konuştuk.

Şairliğinizle öğretmenliğiniz at başı hizada yarışıyor adeta. Öğretmenliği hayatın merkezine koyan, memur olmaktan çıkaran hâlinizi nasıl açıklarsınız? Sevdiğiniz işi yapıyor olmanızla alakalı bir durum ya da sizin tabirinizle 'talebelerinizle' kurduğunuz usta-çırak ilişkisinden kaynaklı bir durum mu?

Ben usta-çırak ilişkisine öteden beri inanırım. Başka bir yöntem ya da ilişki biçimi de pek bilmem doğrusunu isterseniz. Hilmi Yavuz, hocalığa ilişkin şunları söyler: "Hocalık bana göre elbet, dünyanın en coşkulu mesleğidir. Yıllardan beri anlattıklarımı, sanki yepyeni bir şeyler anlatıyormuş gibi tekrarlayabilmek, işte o Dionizyak coşkuyu duyumsamaya bağlıdır. Anlatılan her şey, hocayı baştan çıkaran, onu bir esrimeyle kendinden geçiren bir haz nesnesine dönüşmedikçe bir anlam taşımaz." Ben de öğretmenlik hayatım boyunca Hoca’nın söylediklerini düstur edinmeye çalışan biri olarak bu Dionizyak coşkunun çoğu zaman metafizik bir deneyimle birleştiğini de söyleyebilirim. Bu tecrübe, şiire de kapı aralıyor elbette. Öğrencilerim benim kendimi seyrettiğim bir ‘ayna’ hiç şüphesiz. O aynada temâşâ etmeden kendimi nasıl bilebilirim? Ve dahi yeryüzünde nasıl şairâne konaklayabilirim? Kalbimi nasıl yeniden yazabilirim?

Zevk hezimeti ve fikir hezimeti. Öğrencinin entelektüel birikimi için liselerin çok önemli olduğuna inanan bir öğretmen olarak bu iki hususu bir hayli önemsiyorum. Dolayısıyla yeni bir entelektüel kimlik inşa etmek için çıkılan bu yolculukta, talebelerime, şiirin medeniyetimiz için başat unsurlardan biri olduğunu ve Gâlib Dede’nin "Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen/Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen" beytinin manasını sezdirebilirsem kendimi bahtiyâr sayacağım.

DOLMAKALEMLE YAZMAK SALTANATLI BİR TUTKU

Sizin geleneği diri tutmak, beslemek adına yapageldiğiniz bazı ritüeller var. Kim bilir bu belki de bir şair duruşudur... Mesela, dolma kalemle yazmak ya da şiir ezberlemek. Talebelerinize şiir ezberletmek zor olmuyor mu? Teknolojiye doğan, artık telefon numarası bile ezberlemeyen bir nesil bu bağlamda en çok neyde zorlanıyor?

Jean Phillip de Tonnac’ın Umberto Eco ile sinematograf Jean Claude Carriére’i buluşturduğu o enfes Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın adlı kitaptan iki pasajı paylaşayım sizinle:

"Biyolojik hafıza günbegün çalıştırılmalıdır. Hafızamız bir disketinki gibi olsaydı, elli yaşında Alzheimer olurduk. Çünkü bu alzheimer’i ya da yaşlılıktan ileri gelen her tür bunama biçimini uzak tutmanın yollarından biri, öğrenmeye devam etmektir tam da, mesela her sabah bir şiir ezberlemek. Her çeşit zekâ alıştırması yapmak. Bulmacalar ya da anagramlar bile olsa. Bizim neslimiz okulda ezbere şiir öğrenmek zorundaydı. Ama bizden sonraki nesiller için bu durum gitgide ortadan kalkıyor. Ezbere öğrenmekle, hafıza melekelerimizi, dolayısıyla zekâ melekelerimizi çalıştırmış oluyorduk basbayağı. Ezberlemek zorunda olmadığımız günümüzde, bu günlük alıştırmayı bir şekilde kendimize dayatmamız lâzım, yoksa erken bunama tehlikesiyle karşı karşıya kalırız." (Umberto Eco)

"Yapay hafızanın, bilgisayarlarımızda depolanmış olan ve mutlak surette sonsuz görünen yapay hafızanın geliştirilmesiyle, alzheimer hastalığının gelişiminin çakışması bana çok çarpıcı geliyor, herhalde size de öyle geliyordur. Sanki makineler, hafızamızı gülünç derecede yetersiz, işe yaramaz kılarak insanın pabucunu dama attılar. Kendi kendimiz olmaya ihtiyacımız yok artık. Şaşırtıcı ve hayli korkutucu, öyle değil mi?" (J.-C. Carrière)

İlk dersim Dağlarca’nın o harikulâde Çocuk ve Allah kitabıdır. Bu kitaptan ezberlediği şiirleri okur talebelerim. Her hafta bir şiir ezberlemek suretiyle dünyada şairâne konaklamanın yollarını aramak için yola düşerler. Yolda olmak hazinenin ta kendisi olmaktır çünkü. Bunu sezmelerini isterim.

Ben tutkulara inanırım. Dolmakalemle yazmak saltanatlı bir tutkudur. Dolmakalem, 'doluluk'tur ya da 'doluluk' dediğimiz şey dolmakalemle yaşanabilir ve dile getirilebilir ancak. Eksik-oluşla, hayatın köklerini derinden ve acıyla kavramanın mümkün olmadığını bilirim. Bu eksik-oluşu doluluğa ulaştıracak bazı şeyler gereklidir insan için; -benimkilerin başında dolmakalem gelir. Kalemlikten özenle çıkarır, parmaklarınızın arasına tutkuyla yerleştirir ve ucunu kâğıdın bağrına doğru uzatırsınız. O anda kelimelerin kalbinden kâğıdın kalbine bir şeyler akar...

İnsan, sevdiği insanların eşyasına benzer, onlara kullana kullana. Ben de kendimi hep 'pelikan' dolmakaleme benzetirim. İlkokulda, elime nasıl geçmişti hiç hatırlamıyorum, pelikan kalemimin ucundaki aralıktan görüyordum dünyayı.

"Hatırlarım ilk görüşümü dünyayı,

bir midye kabuğunun aralığından;

suların yeşili, göklerin mavisi,

lapinaların en harelisi...

hâlâ tuzlu akar kanım

istiridyelerin kestiği yerden."

Orhan Veli, o güzelim Denizi Özleyenler İçin şiirinde böyle diyordu. Ben de şimdi, hatırlıyorum işte ilk görüşümü dünyayı, dolmakalemimin ucundaki aralıktan. Suların yeşili, göklerin mavisi gibi mürekkep kullanmam bundan. Hâreli harflerim, kâğıdın kestiği yerden tuzlu akan kanım, denizleri hep bir defter bilişim...

Yıllar sonra, kalbinden ve kaleminden el aldığım Hilmi Yavuz'da pelikan dolmakalemi gördüğümde nasıl heyecanlandığımı, tarifsiz bir hazza nasıl garkolduğumu anlatmaya kelimeler kifayet etmez. Yeşil bir dolmakalem, Hoca'nın elinde adeta büyülü bir nesne hâlini alıyordu. O harika yazısıyla bütünleşen kalemle dünyayı kalbinin kâğıdına geçiren şaire hayranlık duymamak imkânsızdı. Kelimelerin kalbine girebilmenin ancak yazarak ve elbette dolmakalemle, mümkün olabileceğini o gün öğrendim, Geçmiş Yaz Defterleri'nin ilk imza gününde, adımı pelikan marka dolmakalemle yazan bir şairin sayesinde...

Ben dolmakalemin insanın hayatını değiştireceğine inanırım. Bazen nesnelerin de talebesi olmak gerekir ya da hoca büyülü nesnelerle talebelerini tanıştırmak mesuliyetindedir.

GENÇLERİN KALBİNE 'OĞUL' BIRAKAN ESER

İlk ezberlenilen şiirler için ‘insanın yürüyüşünü dahi değiştirir’ diyorsunuz. Sizin yürüyüşünüzü değiştiren şiir veya şiirler hangileri?

Kalbimi yeniden yazan şiirlerin başında Gâlib Dede’nin Hüsn ü Aşk’ı geliyor. "Klasikler, öyle kitaplardır ki, onları okumuş ve sevmiş olanlar için alabildiğine değerli bir deneyim oluştururlar; ama, en çok tadını çıkaracakları duruma geldiklerinde okuma fırsatını saklı tutanlar için de aynı ölçüde zengin bir deneyim olarak beklerler. Gençliğimizdeki okumalar, sabırsız olduğumuz, kafamızı toparlayamadığımız, nasıl okunacağını iyi bilmediğimiz ya da hayat deneyiminden yoksun bulunduğumuz için pek bir değer taşımasa da, örnekler, üstesinden gelme yolları, karşılaştırma olanakları, sınıflandırma tasarıları, değer basamakları ve güzellik ölçütleri sağlayarak ilerideki deneyimlerimize biçim vermesi açısından (belki aynı zamanda) geliştirici de olabilir; gençken okuduğumuz kitapla ilgili pek az şey anımsasak ya da hiçbir şey anımsamasak bile, içimizde işleyeduran şeylerdir bütün bunlar. Aynı kitabı, olgunluk çağımızda yeniden okuduğumuz zaman, işte o zaman, nereden geldiklerini unutmuş olmamıza karşın artık iç düzeneklerimizin bir bölümünü oluşturan bu değişmez değerleri yeniden keşfederiz. Kendisi unutulabilse de, içimizde tohumunu bırakan yapıtın kendine özgü bir gücü vardır. Şimdi verebileceğimiz tanım şudur: Yeniden okumak."

Calvino haklı; Hüsn ü Aşk’ı gençken okumak, Görünmez’in arısı bir şairin kalbe oğul bırakması anlamına gelir; o altın petekte sunulan, ballar balı’ndan başka bir şey değildir.

Varoluş ritmimi değiştiren şiirler mi? Yûnus'un ‘Divan’ı, Yahya Kemal’in ‘Vuslat’ı, ‘Erenköyü’nde Bahâr’ı, Dıranas’ın ‘Olvido’su, Sezai Karakoç’un ‘Hızırla Kırk Saat’teki 25 numaralı şiiri, Çelebi’nin ‘Semâ-ı Mevlânâ’sı, ‘Cüneyd’i, ‘Nurusiyah’ı, Hilmi Yavuz’un bilhassa ‘Çöl Şiirleri’, ‘Doğu Şiirleri’, ‘Ayna Şiirleri’, İlhan Berk’in ‘Saint-Antoine’ın Güvercinleri, Rilke’nin 'Duino Ağıtları’, Hâşim’in ‘Şafakta’ şiiri, Necatigil’in ‘Nilüfer’i, Ziya Osman’ın ‘Her Akşamki Yolumda’sı aklıma hemen gelenler…

BENİM SALOME'M DE YAHYA’MDA ŞAİRLERDİR

"Her şairin ya Salome’si ya da Yahya’sı olmalı" diyorsunuz. Kendiniz için de bu böyle mi? Sizin kiminiz var?

Benim şairlerim var: Behçet Necatigil, şiir yazacağı zaman öğrencilere ödev verir, sınıfın penceresinden dışarı bakarmış. Ne kadar da benziyorum Necatigil’e. Hilmi Yavuz’un Çöl Şiirleri’ni, garip bir şekilde, sanki kendim yazmışım gibi okumuştum. Ne kadar da benziyordum Hilmi Yavuz’a. Kendimi bildim bileli ‘sebepsiz hüzün’ün talebesiyim ve ‘loş odalar mektebi’nden başka bir mektebe de gitmedim. Ne kadar da benziyormuşum Çelebi’ye. “Bir aşk oluverdi âşinâlık” diyor Yahya Kemal. Bilirim âşinâlık nasıl aşk oluverir. Öyleyse Yahya Kemal’e de benziyorum ben! ‘Her Akşamki Yolumda’yım. Ve benzeyenim ben Ziya Osman Saba’ya. ‘Akşama Doğru’ İlhan Berk’e ne kadar da benziyorum ben! Sezai Karakoç “Zambaklar en ıssız yerlerde açar” diyor. Yani benim ruhumda. Sezai Karakoç’a benzemiyor muyum, siz söyleyin. Zarifoğlu için değil sadece benim için de “Ne çok acı var.” Böylesine benzeyişimiz ne ‘acı’ değil mi? Kâh tavanaralarında kâh rüyâların Duino Şatosu’nda ‘melek’lere haykırdı Rilke, iki yaz günü daha diledim Tanrı’dan ben de. Demek ki Rilke’ye de benziyorum. “Esir-i gurbetiz biz senden özge âşinâmız yok” diyor büyük Fuzûlî. ‘Yok’ kelimesini çok kullanan ben fakîr, söyleyin Fuzûlî’ye benzemiyor muyum? Ben de dâimâ ‘hayâl havuzu’nda seyretmiyor muyum sûretimi, hayatı? Ben biraz da Ahmet Haşim değil miyim? Gâlib Dede ‘âteş denizleri’, ‘nûr-ı siyâh’ı, ‘kalb kalesi’ değil mi benim de dâimâ etrafında dönüp durduğum istiareler.

Öyleyse Gâlib Dede’ye ne çok ve ne de güzel benziyorum ben! Hâfız, sevgilinin bir ‘ben’ine bütün Buhara’yı, Semerkant’ı bağışlar. Ben bütün dünyayı bağışlarım, ne kadar da benziyorum bu cömertliğimle Hâfız’a. Elitis, bir ‘güneş’ âşığıydı, ben de öyleyim. Ne kadar benziyorum Elitis’e, ikimiz de sık sık ‘güneş’i doluyoruz dilimize. Başo, kirazçiçeklerini bol bol kullanıyor. Beni de deli eder kirazçiçekleri. Başo’la yürüyoruz kuzeye doğru ince yollarda… Nerval bir sokak fenerine astı kendini; bense Dil’in fenerine. Nasıl da benziyoruz, Nerval ile ben, birbirimize! Lamartine’in Göl’ü ve Rafael’i bende hâlâ kanar. Ben bu yüzden göle ve yan odadaki ayak seslerine âşığım dâimâ. Görüyorsunuz ya nasıl da benziyorum Lamartine’e. Turgut Uyar ‘ey’ demeyi bilenleri severdi, ben ‘âh’ demeyi severim. Çünkü benziyoruz birbirimize. 'Valery'nin “Velev ki rüyalarını yazmak isteyen adam bile azami şekilde uyanık olmalıdır.” cümlesini “En uyanık bir gayret ve çalışma ile dilde rüya halini kurmak şeklinde değiştirin, benim şiir anlayışım çıkar.” diyen Tanpınar'a nasıl benzemeyeyim!

Benim ‘Salome’m de ‘Yahya’m da şairlerdir…

ŞİİR KELİMELERİN KANADIĞI YERDEN ÇIKAR

Tin Suresi "İncir ve zeytine andolsun" diye başlar. Sizin, Gözyaşları ve Zeytin Ağaçları kitabınızda zeytin ağaçlarını işaret etme, ısrarla göstermenizi bu yemin edişle bağlantılı hale getirebilir miyiz? Zeytin imgesi sizde neye denk düşüyor?

Kelimelerin kalbine girmek iştiyakında olduğum doğrudur. Çoğu zaman bir kelimeden çıkar şiir. Şaire nazire: Bir kelime niçin kanar? Kelimelerin kanadığı yerden çıkar şiir. Nil gibi. Bir şiirimde "Ben Nil'im kendini bana bırak git/Sana nûrusiyâh'ı okuduğum vakit" demiştim. Nil bir imgeyse, ki öyle olduğunu düşünüyorum, sanırım benim imgem o. O imgenin imgesi de Nil'e bir ceviz sandık içre bırakılmış içimdeki ben.

Zeytin ağaçlarının altında oturup ağlamak, işte bütün eylediğim bu. Zeytine Yemin Eden’in izniyle elbette…

DÜNYAYI KALBİMİN KAĞIDINA GEÇİRMEK İSTİYORUM

Denemeleriniz, rüzgârın, varlığın, kalemin, hiçliğin, suyun ve daha birçok ayrıntının nabzını tutuyor. Ancak tam sırrı çözecekken, yeniden başlangıca getirip okura 'şimdi sıra sende' diyor adeta. Bu durum her şeyi şiir haline getirmek istemenizle alakalı ya da insanı biricik görmenizle ilgili olabilir mi?

"Yaşam beceriksizliğini bir incelik haline getirmeye" çalışan biriyim ben. Yaşama uğraşını şiirle gerçekleştiren, yükü kelimelerden başka bir şey olmayan, “beşerin zehri katılan” bâdesiyle sermest, dünya şiirle güzelleşsin diye isteyen bir şiir dervişi, imge işçisi…

"Şiir üzerimizdeki örtüyü kaldırıp bize ne olduğumuzu gösterir ve bizi gerçekte olduğumuz şey olmaya çağırır." Octavio Paz'ın söylediğine tamamen katılıyorum. Şiir benim için böyle bir şey, varoluşumuzun karanlığını aydınlığa çıkarır.

Behçet Necatigil’in şiire bakışı da şahsî tarihimde önemli bir yer tutar: "Şiir, bir nevi ağarmadır, bir nevi beyazlaşma, yani gece karanlıksa bari geceliğimiz beyaz olsun deriz, isteriz. Şiire ben bir böyle teselli gözüyle bakarım. Şiir bir kelime yatırımıdır, bir anılar toplamıdır. Bir dili mümkün olduğu kadar enine boyuna değerlendirme çabasıdır." Ağarma, teselli, anılar toplamı, dili bütünüyle değerlendirme çabası... Kalbimizi her defasında yeniden yazarız şiirle.

Ben, ustamın dediği gibi dünyayı kalbinin kâğıdına geçirmek isteyen ve "bir gülü kendi güvenliği için bir sevdâ şiirine dönüştürmeye yargılı bir şair"im. Kendimi, evet, bir 'uzun-ân-âşığı' olarak tanımlayabilirim. Bir 'özge temâşâ'nın peşinde, 'nâmütenâhî lirik durumda' olan bir şair...

İnsan Gâlib Dede’nin o muhteşem ifadesiyle ‘merdüm-i dîde-i ekvân’ değil midir? ‘Hayâl hakikati’ budur işte!

KENDİNİN GURBETİ OLAN KADINLAR

Rüzgârın Aynaları isimli deneme kitabınızın ‘Gurbet Burcundaki Kadınlar’ bölümünde, hikmet burcundan tekrar gurbet burcuna dönmüş olan kadınlar bilirim diyerek; Tezer Özlü, Gülten Akın, Bachmann, Clara, Beyhan Sultan, Furuğ, Nuran, Nigar Hanım, Nilgün Marmara, Hz.Meryem, Leyla, Annem, Müşerref Teyze, Salome’nin isimlerini zikrediyorsunuz. Bu isimler için yazdıklarınızın dışında nedir onları gurbet burcuna tekrar geri döndüren şey?

Bu saydığınız kadınların hepsi kendinin gurbeti olan kadınlar. Hüsn ü Aşk’ta, Aşk’ı başladığı noktaya döndüren şey ne idiyse bu kadınları da ‘gurbet burcu’na geri döndüren şey odur!

Son olarak okurlarınıza neler söylemek istersiniz?

Dünyayı muhabbet kurtaracak. Hoşça bakın zâtınıza.

 

Öne Çıkanlar
YORUMLAR (1)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
1 Yorum
Diğer Haberler
Son Dakika Haberleri
KARAR.COM’DAN