Eksildiğimiz yerden tamamlanıyoruz

Eksildiğimiz yerden tamamlanıyoruz

İrem Uzunhasanoğlu, son romanı ‘Evvel Bahar’da sorunlu bir ailede dünyaya gözlerini açan Firuze ve Öykü’nün çocukluklarına takılı kalması anlatıyor. Küçüklükte yaşanan travmaların dönüşümünü sorgulayan yazar ‘Toplum olarak hepimiz ailelerimizden yaralıyız. Eksik sevilmemiz sevilme çabasında sıkışıp kalmamıza neden oluyor. Kısacası nereden eksiksek oradan tamamlanmaya çalışıyoruz’ diyor.

SEDAT PALUT / KARAR

Çocukluk travması bütün yaşamını etkileyen iki kadının hikayesini anlattığı son romanı ‘Evvel Bahar’ bu ay okuyucuyla buluşan yazar İrem Uzunhasanoğlu: 'Toplum olarak hepimiz ebeveynlerimizden, ailelerimizden yaralıyız. Eksik sevilmemiz sevilme çabasında sıkışıp kalmamıza neden oluyor. Kısacası nereden eksiksek oradan tamamlanmaya çalışıyoruz.'

Yazar-çevirmen İrem Uzunhasanoğlu’nun ‘Gitme, Gül Yanakların Solar’, ‘Ufkun Öte Yanı’ kitaplarının ardından yeni romanı ‘Evvel Bahar’ Doğan Kitap tarafından bu ay okuyucuyla buluşturuldu. Kitabında sorunlu-sorumsuz ailelerde dünyaya gelen Firuze ve Öykü’nün yetişkinliklerinde de çocukluklarında takılı kalmalarını ele alan Uzunhasanoğlu’yla çocukluk travmalarının insan hayatına etkisini ve aile hesaplaşmasını konuştuk.

Son romanınız geçmişte yatılı okulda birlikte olan, yıllar sonra yeniden karşılaşan, her ikisi de aileden yaralı iki arkadaşın üzerine kurulu. “Anne ve babalarla hesaplaşmanın bir son kullanma tarihi var. Bir yaştan sonra artık hesaplaşmanın da bir anlamı kalmıyor “ diyorlar. Size göre iyi bir aile ortamında yetişmiş olsalardı bu hesaplaşmadan bahsetmek mümkün müydü?

‘İyi’ görece bir kavram, kime göre neye göre iyi aile? Ailenin ‘iyi’ ya da ‘kötü’ olarak sınıflandırılmasından daha derin psikolojik bir mesele söz konusu. Toplum olarak hepimiz ebeveynlerimizden, ailelerimizden yaralıyız. Sert babalar, sert babaların gölgesinde kalan çocuklar, boyun eğen anneler, farklı hayatlar kurmak için kanat açanlar, ölenler ya da terk edip gidenler. Geride bırakılanlar ise hep çocuklar. Huzursuz aile çemberinde sıkışıp kalan ya da terk edilen çocuklar... Her birimizin çocukluk travmaları var, anne baba hesaplaşmaları var, gözünüzün önünde gerçekleşen bir aile kavgasına maruz kalmışlığımız var. Terk edilmemiz ileride bırakılma korkusu olarak zuhur ediyor. Eksik sevilmemiz sevilme çabasında sıkışıp kalmamıza neden oluyor. Kısacası nereden eksiksek oradan tamamlanmaya çalışıyoruz. Öykü öldürülen gazeteci babasının yokluğunu doldurmaya çalışıyor, Firuze ailesinde bulamadığı sevgiyi arıyor. Her iki kadın da tıpkı mevsimlerin kısır döngüsünde sıkışıp kalmış gibi şehir hayatının içinde mutsuzca deviniyorlar. Bahar ısrarcı bir şekilde her sene gelmeye devam ediyor. Bu romanı yazarken bu aile hesaplaşmalarının kaçınılmaz olduğunu düşündüm. Her birimiz bir yerlerimizden yaralıyız ve bu yaralar sanılanın aksine kabuk bağlamıyor, insan büyüdükçe çocukluk sorunları da onunla birlikte büyüyor ve kurduğumuz ilişkilere yansıyor. Bazen saplantılı ilişkiler kuruyor, mutsuz olacağımız bataklıklara saplanıyoruz. Tüm bunların sebebi çocukluğumuzda yatıyor. İşte ben de bu romanda bunu yazmak istedim. Biz büyüdükçe travmalarımızın da bizimle birlikte neye evrildiğini sorguladım.

Roman kahramanları Firuze ve Öykü görüşmedikleri yılları birbirlerine heyecanla anlatıyor. Bu anlatış, geçmişin yükünden kurtulmak için mi yoksa arınmak için mi?

Geçmiş yükünden kurtulmaktan ziyade birbirlerine merhem olacaklarına inanıyorlar. Yatakhane yıllarında, henüz hepsi birer çocukken birbirlerinin acılarına merhem olmuşlar. Anne baba eksikliklerini birbirleriyle örtmeye çalışmışlar, geceleri sarılıp uyumuşlar, aynı kıyafetleri giymişler, birbirlerinin saçlarını örmüşler. Sonra hayat onları farklı patikalara savurmuş, her biri kendi tepesine tırmanmış, bin bir zorluk çekmişler, el yordamıyla bata çıka da olsa büyümüşler. Yirmi yıl sonra birbirlerini bulduklarında Öykü, Firuze’nin ona merhem olacağını, yaralarını saracağını sanıyor fakat hayatın onları savurdukları farklı yerlerde çok farklı şeyler yaşanmış, çok sular akmış geçmiş. Acılar onları büyütmüş, değiştirmiş.

Birbirlerine çok büyük anlamlar yüklüyorlar. “Sensiz çok eksilmişim. Şimdi tamamlandım,” gibi. Ne kadar yakın olursa olsun başkasına bu kadar anlam yüklemek yalnızlığı derinleştirmez mi?

“Cehennem başkalarıdır” der Jean Paul Sartre. Birlikte çıktıkları felsefe yolunda ona eşlik eden hayat arkadaşı Simone de Beauvoir da “Kurtuluşu başkasında görmek yıkılmanın en kolay yoludur” diye bu felsefeyi güçlendirir. “Ne bekliyoruz? Başkasını mı?” diye devam eder Beauvoir, birinin manevi tamamlanışı, tekamülü Godot’nun gelmesine bağlıysa o beklenen Godot hiç gelmeyecektir. Kendi varoluşsal dertlerinin altından yıkılmış olan bu iki kadın da birbirine çarpıp hızla uzaklaşan iki alev topu gibi. Öykü’nün babası doksanların bombalı eylemlerinde öldürülmüş bir gazeteci, Firuze’nin babası ise zengin bir sanayici iş adamı. Anneler ise ortada yok. Tüm bu kırık dökük yaşamlar ve yıkıntılar içinde birbirlerinden medet ummaları ne kadar doğru gibi görünse de olmuyor, olamıyor çünkü bir başkası ancak kişinin cehennemi oluyor.

Firuze’nin Türkiye dışında çıktığı dönemlerde isim değişikliği çabasını görüyoruz. Bunu ‘kimlik arayışı’ olarak okumak mümkün müdür?

Firuze lise yıllarında da arkadaşı Öykü’ye öykünüyor, “Keşke sen olarak ölsem” demesi ciddi bir kimlik bunalımından mustarip olduğunun en büyük göstergesi. Öykü’nün babası öldürülmüş bir gazeteci olduğu için Öykü kâh okulda kâh toplum içinde dikkat çeken, herkesin ilgi gösterdiği bir figür oluyor. Firuze ise bu acıdan bile kendine kimlik devşirmek istiyor. Öldürülmüş bir babanın yaşattığı acıyı, yaşayan bir babanın yaşattığı acıya tercih ediyor. Lise yıllarında Adar’ın ona okuttuğu kitaplar sayesinde dik duruyor, Adar’a yaslanıyor. Adar’ı kaybedince de farklı kimlik arayışlarına devam ediyor. Gece, Umut, Zafer ve Çiçek anlamına gelen isimler koyuyor kendine ama en nihayetinde kendine dönmesi kaçınılmaz oluyor. Dönüp dolaşıp bir türlü sığınamadığı Firuze’ye sarılıyor.

DİLİN DÖNÜŞÜMÜNE ŞAHİT OLMAK HARİKA BİR DENEYİM

Virginia Woolf ya da William Shakespeare gibi yazarları çevirmek bazen üslubuma etki edebiliyor bu yüzden yazma ve çeviri süreçlerimi birbirinden uzak tutmaya çalışıyorum. Çeviri yaparken metnin dinamiğine, satır altı okumalarına, akışa dair çok şey öğreniyorum. Normal kitap okuma hızında yakalayamayacağım ince detayları keşfediyorum. Shakespeare’in mizahı ve kelime oyunları var mesela. Çevirirken eğleniyorum. Ayrıca 1500’lü yıllardan bu yana dilin nasıl da değişip dönüştüğüne şahit olmak harika bir deneyim. Woolf’un ise bilinç akışı tekniği ve de seslere, renklere takıntılı olması çok etkileyici. Pastoral bir manzarayı tarif edişi, zihin sıçramaları bana çok şey kazandırdı. ‘Dalgalar’ çevirim çıkmak üzere, ‘Hırçın Kız’ı teslim ettim, önümüzdeki sonbaharda ise yine bir Shakespeare oyunu çevireceğim.

Öne Çıkanlar
YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Diğer Haberler
Son Dakika Haberleri
KARAR.COM’DAN