Devletin dini adalettir

Diyanet İşleri eski Başkanı Ali Bardakoğlu, yeni çıkan ‘İslam’ı Doğru Anlıyor muyuz?’ kitabı üzerine Taha Akyol’ın sorularını cevapladı. İkinci bölüm şöyle:

TAHA AKYOL - EĞRİSİ DOĞRUSU

İlk beş asırda, o dönemin şartlarında birikmiş bilgilerle bugün İslam yorumu yapmanın ‘tarihe kilitlenmek’ olduğunu söylüyor, zamanımızda felsefe, mantık, matematik, hukuk, tarih, sosyoloji, astronomi bilgileri olmadan dini ilimlerin yol alamayacağını yazıyorsunuz. Bunu açar mısınız?

Bugün İslam ülkelerinde İslâmî ilimler olarak öğretilen bilgilerin baskın karakteri, klasik dönem diyebileceğimiz hicrî ilk beş-altı asır içinde, o dönemin şartlarıyla uyum içinde üretilmiş bilgiler olmasıdır. Bu sadece fıkıh ve kelâm alanı değil ayet ve hadislerin anlaşılma biçimiyle de ilgilidir. Bugün bizim dine dair bildiğimiz birçok şey, eğitimden, aileden siyaset ve uluslararası ilişkilere, ekonomik hayattan hak ve özgürlüklere kadar insana dair bilgiler ve davranış kuralları, ağırlıklı olarak o dönemin yaşayan kültürü içinde şekillenmiştir. Bu bilgiler haklı olarak o dönemde yazılan literatürde yer almış ve bu klasik literatür asırlarca medreselerde eğitim ve öğretimin ana malzemesini teşkil etmiş, sonraki dönemlerdeki dinî düşünce de bu ana çizgide geliştirilmiştir. Bugün aynı bilgilerin İslam ülkelerindeki din öğretiminin ana malzemesini teşkil etmesi farkında olunmadan ‘zihinleri tarihe kilitlemek’ ve ‘verili bilgileri tarih ve toplum üstü yapmak’ şeklinde özetleyebileceğimiz birbiriyle irtibatlı iki ciddi soruna yol açabilmektedir.

İslam ülkelerinin aydın ve devlet adamlarından toplumuna karşı açık sözlü ve dürüst davranıp “Biz Müslümanlar şu şu yanlışları yaptık, başımıza ne geldiyse Allah’ın cezası veya ötekinin yapıp etmesi değil bizim kendi ellerimizle ektiğimizi biçmemizdir... Düştüğümüz yerden kalkmak için haydi yeni bir bilinç tazelemesine, yeni bir varoluşa” çağrısını yapmasını beklerim.

FELSEFE, MATEMATİK, HUKUK…

Bu söylediğime birçok örnek verebilirim. Mesela klasik dönem fakihleri İslam’ın riba yasağını veya zekât emrini o dönemin mal ve mübadele araçları, ticarî hayatı ve ekonomik değerleri üzerinden, aile hayatına dair dinin ilkelerini dönemlerinin aile, kadın, evlilik, eğitim, velayet telakkilerini baz alarak açıklamış; kelam ve felsefeciler toplumun o gün için canlı tartışmaları ve mevcut birikimini gündemlerine almıştır. Kur’an’ın kevnî ayetlerine getirilen yorumlar da o günün bilgileriyle uyumludur. Örnek olaylar ve olgular, şartlar ve telakkiler değişir; buna bağlı olarak getirilen çözümler de değişir. Bunların hiçbiri zaman ve mekândan soyutlanarak mutlaklaştırılamaz.

Sosyal bilimlerin genel metodolojisi, insanlığın genel tarihi, toplumsal kural ve kurumların gelişim seyri, varlık, insan ve toplumla ilgili ilim dalları ilahiyat/İslâmî ilimler eğitim ve öğretiminde tartışmasız bir önem taşır. Çünkü ilahiyat alanı da neticede sosyal bilim grubunda yer almaktadır. Günümüz İslâm dünyasında ve Türkiye’de dinî ilimler okutulurken anılan ilim dallarının ya hiç ya da yeterince dikkate alınmaması ciddi bir sorundur. Konuyu örneklendirmek gerekirse, Felsefe-mantık grubu ilimler, matematik, hukuk, iktisat, tarih, ilim ve medeniyet tarihi, pedagoji, psikoloji, sosyoloji, antropoloji gibi ilimler olmadan dinî ilimlerin yol alması ve maksadını ifade etmesi kolay değildir. Sadece bu sayılanlar değil, İslam öncesi döneme ait din ve kültürler, dil ve edebiyat, kutsal metinler tarihi, kültürel ve sosyal yapılar da aynı şekilde önemlidir.

ASR-I SAADET’İ ANLAMAK

Zihinlerin tarihe kilitlenmesinden söz ederken şunu da ekleyeyim: Bugün artık Hz. Peygamber döneminde yaşanan hayatı (asr-ı saadet) bütün ayrıntısıyla tekrar etmenin imkan ve ihtimali kalmamıştır. Bunu istemek hayatı dondurmak, İslam’ın evrensel bir din olduğunu kavrayamamak demektir. Hatta burada şu soruyu dahi sorabilmeliyiz: “Asr-ı saadet tek örnek hayat modeli midir, yoksa bir örneklendirme midir?” şeklinde bir soru da sormamız gerekir. Yani asr-ı saadeti her devir Müslümanları için bire bir uygulanması gereken örnek bir hayat olarak ve hedefteki bir toplum modeli olarak mı göreceğiz? Yoksa onu, ‘İslam esaslarının, İslam’ın hayata dair adalet temelli temel ahlak normlarının hayatın ve tarihin akışı içerisindeki bir örneklendirilmesi’ olarak görüp, bundan maksadın da ‘mümkünler arasından en güzel örneğin sunulması ve bundan soyutlama yapılarak hasıla çıkarıldığı zaman onun gelecek yeni nesillere de rehberlik etmesi’ olduğu şeklinde bir anlayışla ele alamaz mıyız?

Dinî ilimler okutulurken anılan ilim dallarının ya hiç ya da yeterince dikkate alınmaması ciddi bir sorundur. Örneklendirmek gerekirse, Felsefe-mantık grubu ilimler, matematik, hukuk, iktisat, tarih, ilim ve medeniyet tarihi, pedagoji, psikoloji, sosyoloji, antropoloji gibi ilimler olmadan dinî ilimlerin yol alması ve maksadını ifade etmesi kolay değildir.

TEMEL HAK VE ÖZGÜRLÜKLER

Siyaset doktrini konusunda, modern hukuktaki “vatandaşlık” kavramıyla, fıkıhtaki “zımmi” kavramını mukayese ediyorsunuz. Bu neyin göstergesi?

Devlet bünyesinde temel hak ve özgürlüklerin din bağına göre düzenlendiği klasik dönemde devletin gayrimüslim tebasına “zimmi” deniyor ve kamusal hakları ve Müslümanlarla ilişkileri de ona göre belli bir statüde tutuluyordu. O dönemde köle ve cariyelerin, yabancıların, hatta kadınların da hak ve özgürlükleri hür erkeklere göre farklı idi. Bunları eleştiri konusu yapmak yerine o dönemin şartları, kültürü ve devletler arası ilişkiler içinde anlamak ve açıklamak gerekir. Emeviler, Abbasiler, Memluklar, Fatımiler, Endülüs Emevileri ve Osmanlılar hep böyle geldi geçti. Bugün artık temel hak ve özgürlükleri “insan olma” ile, devlet karşısında bireyin statüsünü de “vatandaşlık” kavramıyla belirliyoruz. Kölelik ve cariyelik artık geride kalmıştır. İlginçtir, herkesin kamusal alanı ve temel hakları din ve inanç üzerinden belirlediği dönemde Ebu Hanife aslolanın “âdemiyyet”, yani “insan olma” olduğunu, insanın sırf insan olması cihetiyle dokunulmazlığa ve temel haklara sahip olduğunu söylemiştir. Bu o güne göre çok ileri bir düşüncedir. Daha önce dediğim gibi, İslam’ın hükümlerini anlamada ve yorumlamada akılın ve düşüncenin önemi işte bunun için önemlidir.

‘KUŞATICI DİN’

“Kuşatıcı din tasavvuru” kavramını sık sık kullanıyorsunuz. Bu nedir? Nelere yol açıyor?

Dinin hayatımızın her alanını en ince ayrıntısıyla belirlediği ve kuşattığı inancı Müslümanlar arasında hayli yaygındır. Bunun bir sebebi kelam ve fıkıh gibi dini ilimlerin ürettiği bilgilerin, dini kitaplarda yazılı olanların tamamının din olarak algılanmasıdır. Halbuki ciltlerle kitabı dolduran o bilgilerin kahir ekseriyeti kişisel görüş ve yorumlardır.

Öte yandan, dini hayatın her alanına müdahale eder ve her ayrıntıyı belirler kıldıkça onu daha güçlü kılacağımızı zannederiz. Halbuki kutsal olan yeryüzündeki insana ait olan ayrıntılarla özdeş kılındığında hayat kutsallaşmaz; kutsal olan yozlaşır, adeta profan olur.

‘İslam hayatın her yönüyle ilgilenir ve hayatı bütünüyle kuşatır’ cümlesi yanlış değildir; ancak bu, İslam’ın birey ve toplum hayatını her yönden nokta tayiniyle belirlediği ve insana hiç değişmeyen ayrıntılı bir günlük yaşayış cetveli sunduğu anlamına gelmez.  İslam’ın, inananlarına dünyada onlar hiç zahmet ve gayrete girmeden her alanda anahtar teslimi mutlu, huzurlu, başarılı ve sağlıklı bir hayatı garanti ettiği anlamında hiç değildir. Aksine bu, fert ve toplum hayatında temel insanî değerlerin egemen olmasını isteyerek ve varoluşun uluhiyetle bağlantısını kurarak insana davranış bilinci kazandırdığı, sorumluluğu ve ahlakiliği öne çıkararak insana hayatının her veçhesini güzelleştirme hedefini gösterdiği anlamındadır. Bu hedefi de din değil, dinin muhatabı olan insan gerçekleştirecektir.

MÜMİN ‘PASİF İNSAN’ MIDIR?

Eş’ari kelamının hakim olmasının “edilgen, pasif insan” tipini ortaya çıkardığını, halbuki Müslümanın “iyilikleri Allah’ın lütfu, kötülükleri ise kendi fiillerinin sonucu sayması” gerektiği şeklinde “iradeci” bir görüş savunuyorsunuz. Bunu açar mısınız?

İslâm dünyasında bugün bireyden söz etmemiz neredeyse mümkün değildir. Bireyi tarihin akışı, kaderin tecellisi, cemaatin fazileti veya toplumun ortak ülküsü içinde yok ettik. Dünyada insanların başına gelen kötülükler Allah’ın bir cezası değil, insanın yapıp ettiklerinin sonucudur. İyilikleri Allah’ın lütfu, kötülükleri ise kendi fiillerinin sonucu görmesi Müslümanın şiarı ve prensibi olmalıdır. Kur’an’da “Sana gelen iyilik Allah’tandır, başına gelen kötülük ise sendendir”, “İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu; böylece Allah -dönüş yapsınlar diye- işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor.”, “Bir toplum kendisindekini değiştirmedikçe Allah onlarda bulunanı değiştirmez.”, “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa, onu (karşılığını) görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu (karşılığını) görür” anlamında çok sayıda ayet vardır. Elbette Allah adaletlidir; kullarına haksızlık etmez, ama insanlar kendilerine haksızlık ederler.

Din ulemâsı ve şeyhler karşısında bireyi yok sayıp dini sadece onların anlayabileceği, bireye düşenin ise onlara uymak olduğu anlayışı bugünlerimizi hazırlayan en önemli sebeplerden biridir. Buna bir de ulemanın Allah adına konuştuğu ve her türlü sapmaya karşı dini onların koruduğu, öte yandan şeyhlerin de Allah’tan aldıkları özel yetki ve güçle donatıldığı inancı eklenince, bireyin dinden beslenen türlü otoriteler karşısında edilgen ve inisiyatifsiz bir varlık haline gelmesi artık bir ‘durum’/’olgu’ olmaktan çıkar, bir ‘inanç’ halini almaktadır. Nitekim dinî gelenekte ve tasavvuf düşüncesinde bireyin bu durumunu/inancını perçinleyen ve teşvik eden ciddî bir öğreti geliştirilmiş, özel terim ve kavramları olan hiyerarşik yapılar üretilmiştir. Türkiye gibi ülkeler kendini Mâtürîdî zanneden, hakikatte ise Eş’ariyye, hatta Cebriyye ekolünün kalıplarıyla düşünen insanlarla doludur.

İslam ülkelerinde günümüz aydınları ve yetkilileri öncelikli olarak bireyi ezik ve pasif kılan, nesneleştiren ve onu davranışlarının sorumluluğunu üstlenmekten uzaklaştıran bir din eğitim-öğretimini ciddî şekilde sorgulamalıdır. Toplumumuzda birey bilinç ve sorumluluğunun zihinlere yerleşebilmesi için din eğitim-öğretimi verenlere büyük iş düşmektedir. Artık insanımızın başına gelenlerden Allah’ı sorumlu tutmaktan ve kendi yapması gerekenleri ona havale etmekten vazgeçmesi, kör kaderciliğin ve yanlış tevekkül anlayışının tuzağına düşmemesi gerekiyor. Dinen sahih ve doğru olan budur. Bunun için de bilhassa yeni nesilleri bu yönde bilgilendirmek, eğitmek ve İslam’ın bu yöndeki mesajlarını iyi anlatmak gerekmektedir. Hayatla, dinle ve kendimizle sağlıklı bir ilişki kurmamız buna bağlıdır.

MÜSLÜMANLARA ÇAĞRI

Ben şahsen hepimizin Allah’a ve ahirete inancımızın ne demek olduğunu, bu inancın bizim hayatımıza nasıl etki etmesi gerektiğinin tekrar ve tekrar düşünmesi gerektiğini görüyorum.

Ben yine şahsen İslam ülkelerinin aydın ve devlet adamlarından toplumuna karşı açık sözlü ve dürüst davranıp “Biz Müslümanlar olarak bugüne kadar şu şu yanlışları yaptık, başımıza ne geldiyse Allah’ın cezası veya ötekinin yapıp etmesi değil bizim kendi ellerimizle ektiğimizi biçmemizdir. Kendimizi avutmayalım, sorumluluğu ona buna atıp kurtulmaya çalışmayalım. Düştüğümüz yerden kalkmak için haydi yeni bir bilinç tazelemesine, yeni bir varoluşa” çağrısını yapmasını beklerim. Mesela rahmetli Aliya İzzetbegoviç bunu yaptı.

Aliya İzzetbegoviç referansıyla ne demek istiyorsunuz?

Aliya, M. Akif, Muhammed İkbal, Musa Carullah ve nice aydınımız bizi içinde bulunduğumuz tembellik ve meskenetin, yanlış kader ve tevekkül anlayışının ve kendi hatalarımızın bizi bu hale getirdiğini, onu bunu suçlamak ya da kadere kahretmek yerine silkinip uyanışa geçmemizi adeta feryat diliyle söylediler. Aynı dönemde Selefi zihniyet Kur’an’a ve Sünnete dönmeye çağrı yaparken, ilk üç asra dönmekten söz ederken bunlar, hatta son dönemdeki birçok Osmanlı aydını kendimize dönmeyi dile getirdi ve sorumluluklarımızı hatırlattı. Fakat ötekine öfke duymanın rehaveti ya da asla/selefe dönüşün cazibesi bu sese kulak vermemize engel oldu.

DİN VE DEVLET

Bu noktada, ‘dinin siyasallaştırılması’ meselesini sormak isterim. Ne dersiniz?

“Müslüman toplumlarda din konusunda farklı anlayış ve yorumların olmasından korkmamak, bunu doğal karşılamak gerekir. Doğru, bunu ısrarla belirtiyoruz. Ama bu farklı anlayışlardan birini başlı başına bir devlet ve siyaset politikası haline getirmek veya doğru din anlayışı budur diyerek topluma dayatmak hep sorun olmuştur. Abbasiler döneminde “Kur’an ezeli mi yaratılmış mı” sorusu üzerine yaşatılan devlet baskısı bunun bir örneğidir. Bugün de seçtiği bir din yorumunu resmî ideoloji ve devlet siyaseti haline getiren yanıbaşımızdaki birçok ülkenin hali ortadadır. Bu ülkelerde din ile iç içe geçmiş siyaset ve resmî ideoloji, mezhepçi politikalar iç barışı bozmakta, sorunlar daha da ağırlaştırmaktadır. Devletin dini adalettir. Devletin inanan inanmayan, şu veya bu görüşteki vatandaşına eşit mesafede durması, kamusal hayatı kişisel veya mezhebi inançlara göre değil objektif ve herkes için geçerli olabilecek ilkelere göre düzenlemesi, bunu sağladıktan sonra da özgürlüklerden korkmaması gerekir. Devlete düşen, din alanında bilgi üretiminin ve dini düşüncenin gelişmesi ve zenginleşmesi için özgür bir ortamı sağlamaka ve korumaktır.  Bu açıdan bakıldığında bizim Osmanlı’dan bu tarafa din-devlet ilişkisinde -dönemsel olarak sapmalar olsa da- ilkesel olarak sürdürdüğümüz tutum daha bir anlam kazanmaktadır.”

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.

Görüşler Haberleri