Fergün Atalay: Adalete varamayan hayata devam edemiyor

Fergün Atalay: Adalete varamayan hayata devam edemiyor

Gazeteci-yazar Fergün Atalay ilk romanı ‘Eflatun Kuşağın Peşinde’de 1980’lerin karanlık atmosferinden bir zulüm hikayesini, gazeteci Dicle’nin çocukluğunda tanık olduğu kötülükle hesaplaşma eylemi üzerinden okuyucuya taşıyor. O yıllarda yaşanan travmaların günümüzde ‘geçmiş, bitmiş’ gibi görüldüğünü söyleyen Atalay, “Ama değil. Tüm canlılığıyla orada. Yüzleşilmemiş, hesaplaşılmamış. İşte tüm o hikayeler birleşti, bu romana dönüştü” diyor.

SALİHA SULTAN-İSTANBUL

Gazeteci Fergün Atalay, ‘gündem’ dediğimiz kaosun içinde bir an dikkatimizi çekip, sonra büyük ihtimal unutacağımız bir haberi ‘Eflatun Kuşağın Peşinde’ adıyla hikayeleştirerek, sarsıcı bir roman olarak koyuyor okuyucunun önüne. Karantina günlerinde yaptığım bu okuma, genellikle kendi duygularını kurduğu cümlelere aktaramayan gazetecilerin pek bilinmeyen fakat esasında onları bu mesleği yapmaya yönlendiren ruhu görmek açısından çok kıymetliydi. Yazar, bir gözaltı odasında başlattığı hikayesinde, bugün hala birçok olayın gizemini koruduğu 80’li yılların Türkiye’sinden bir trajediyi sinematografik ve oldukça akıcı bir dille aktarıyor bize. İyi eğitim almış, modern, tuttuğunu koparan ve ‘beyaz yakalı’ görünen Dicle’nin trajik çocukluğundan ona miras kalan ‘eflatun kuşak’ın peşindeki hikaye, bize hiçbir şeyin göründüğü ile sınırlı olmadığını bir kez daha hatırlatıyor. Yıllarca görmezden gelinen bir travmayı romanıyla edebiyatın gündemine taşıyan yazarla KARAR okuyucuları ile konuştuk.

İştahı oldukça kabarık, her şeyi bir anda tüketen ve doymak bilmeyen günümüz dünyasında gazeteciler o günkü haberlerini yapar, ertesi gün bir sonraki habere geçer diye bilinir. Sizi bu hikayede duraksatan, bu romanı yazmaya iten neydi?

İnsanların hikayelerine meraklıysanız, dinlemeyi de biliyorsanız gazetecilik aslında yazmak için sizi besler, olgunlaştırır. Gazeteciliğin doğasında var olan hız zaman zaman zorlasa da yazmaya engel değil. Tam aksine. 20 yılı aşan meslek hayatımda pek çok felaketin, toplumsal travmanın geride kalanlarıyla yüz yüze geldim. Sadece olaya değil, onların öykülerine de odaklandım. Felaketi bizzat yaşamış insanlar kadar, hatta bazen daha ağır bir travma içinde olduklarını fark ettim. Özellikle toplu ölümler, faili meçhul cinayetler veya romandaki Dicle gibi kaybı olanların durumu çok ağırdı. Öyle somut ve kabul edilemez kayıpları vardı ki yasın beş evresi onlarda geçerli değildi. Öfke ve depresyon arası salınan bir hal içindelerdi. Adalete varamadıkları için yas tutup, hayata da devam edemiyorlardı. Romanı bunları gördüğüm günlerde kurdum kafamda.

1980’lerin atmosferine flashback yapan hikayenizde, ertesi gün Fenerbahçe’nin kalecisi olacakken gece kendini ‘Allah’ olarak niteleyen bir komutan tarafından hayatı bir anda karartılan karakter nezdinde dönemin zalimliğini ustaca aktarıyorsunuz. Nasıl bir araştırmanın sonucu bu?

Ben Diyarbakırlıyım. Konuşmanın yasak olduğu zamanlarda dahi bilirdim olup biteni. Zulmün çok çok ötesidir yaşananlar. Kitaplar ve belgesellere başladım işe. Sonra Diyarbakır Cezaevi’nde yıllarca kalmış insanlarla da konuştum, orada yakınlarını kaybetmişlerle de. Onları dinlediğimde bildiğimin çok ötesinde gerçeklerle karşılaştım. Hiç ama hiç silinmeyecek izler vardı. Yıllarca görmezden gelinmişti. Bitmiş, geçmiş gitmiş bir travma gibi gösterilmişti. Ama değildi. Tüm canlılığıyla oradaydı. Yüzleşilmemişti, hesaplaşılmamıştı. İşte tüm o hikayeler birleşti, bu romana dönüştü.

Romanda Dicle ve Özdemir arasındaki aşkı kurgulayışınız dikkatimi çekti. Onları bir gözaltı odasında bir araya getiriyor, zırhlarını kat kat soyuyorsunuz. Özellikle geçmişinden gelen yaralar taşıyanlar için soruyorum bunu, kendini bütünüyle anlatmadan aşk insan için güvenli bir liman değil mi size göre?

Bana kalırsa aşk bir liman değil! Olsaydı da çok tekinsiz bir liman olurdu! Kendini bütünüyle ötekine anlatmak da imkansız. Ama yanıt vermeye çalışayım. Dicle ve Özdemir zaten birbirlerini çok seviyorlar. Dicle adalete varıp hayatına devam edemediği için mesafeli herkesle. Hesaplaşmak istiyor, bu toplumsal travmayı kendi öyküsü üzerinden dünyaya duyurmak istiyor. Hayatındaki tek hedef darbecilerin ve işkencecilerin yargılanması. O aşk da bu yüzden kazaya uğruyor zaten. Ama nihayetinde sevginin, dostluğun, ortak acıların, dayanışmanın aşkına varıyorlar. Aşk, cezaevinde de olsa bir yolunu buluyor işte...

İÇİMİN DERDİNİ YAZDIM

Hikayeniz ekseninde okuyucu mutlaka kendi çocukluğuna da dönüyor. Sizin de bir ‘Eflatun kuşak’ ya da çocukluktan beri cebinizde taşıdığınız bir şey olmalı. Şahsen okurken bana geçen duygunun bir yazarın salt bir kurgu ya da empati kurma başarısı olduğunu düşünmüyorum.

Çoğunlukla ilk romanların otobiyografik olduğunu düşünülür ama bu kez öyle değil. Dicle ile aramızdaki tek ortak nokta meslektaş olmamız. Herkes birilerinin geride kalanı olur, öyle ya da böyle. O anlamda empati kurmak çok da zor değildi. Zaten tüm bu olanları bilerek büyümüşseniz oturup yazmak kalıyor geriye. Evet, ben içimin derdini yazdım. Elbette cebimde ‘eflatun bir kuşak’ var. Yani geçmişten gözümüzü kaçırdığımız sürece hiçbir zaman aydınlığa çıkamayacağımız bilgisi...

Öne Çıkanlar
YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Diğer Haberler
Son Dakika Haberleri
KARAR.COM’DAN